kapat

06.10.1999
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
inter merkez
Siber Haber
L E I T Z
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
Bayan Sabah
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

Teba
1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 1999
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
CAN ATAKLI(ataklic@sabah.com.tr )


Hemen kızmayalım, düşünelim

Haberi Cumhuriyet Gazetesi'nde okudum. Türkiye'ye yönelik diplomasi dışı çıkışlarıyla tanınan ve bu nedenle görevinden olan Yunanistan eski Dışişleri Bakanı Pangalos To Vima Gazetesi'ne verdiği demeçte Türkiye'yi suçlayan ifadeler kullanmış.

Cumhuriyet haberi biraz "kızarak" duyurmuş okurlarına, çünkü "Pangalos'un düşmanlığı sürüyor" diyor başlıkta.

Pangalos'un Türkiye'ye hiç hoş bakmadığını biliyoruz ama, söylediklerine de dikkat çekmek istiyorum. Çünkü kızarak, öfkelenerek bir yere varamayız.

Pangalos iki noktanın altını çizmiş. Birincisi şu: "Aramızda kucaklaşmalar, dostluk girişimleri oluyor ama, Türkiye'den karşılık alamıyoruz." Alınamayan karşılık Kıbrıs konusunda ve Ruhban Okulu'nun açılışında.

Bu konularda resmi olarak nelerin yapıldığı kesin değil. Ancak şöyle de bir gerçek var tabii. İki ülke arasındaki dostluk ve sevgi seli devlet katında "temenni" olarak sürdürülüyor. Asıl dostluk iki ülkenin halkları arasında, sevgi dolu kucaklaşmaları Türk ve Yunan sanatçıları, aydınları, bilim adamları sporcuları ve sade vatandaşları gerçekleştiriyor.

Pangalos'un değindiği ikinci konu ise aslında bizi yaralayan bir gerçek. Eski Yunanlı Bakan "Bir deprem oldu, 15 bin kişi öldü, 30 bin kişi kayıp, bu tablo devlet mekanizmasının iyi çalışmadığını gösteriyor, bu şartlardaki Türkiye Avrupa Birliği'ne giremez."

Depremin üzerinden bir buçuk ayı aşkın zaman geçti. Ölü, yaralı ve kayıp sayısında hâlâ kesin bir resmi rakam alamıyoruz. Ayrıca deprem yaralarının sarılmasındaki aksaklıkları da görüyor ve biliyoruz.

Bu bizim Avrupa Birliği'ne girmemizi etkiler, etkilemez, ayrı konu, ama bir yabancı siyasetçinin teşhisi bizim yüreğimizi sızlatıyor, çünkü ne yazık ki doğru.

Tercümenin, tercümesinin tercümesi
Başlık ne garip oldu değil mi? Ama gariplik benden gelmiyor, olayın kendisi bir parça garip.

Lafın sahibi kimdi, açıkçası hatırlayamadığım için yazamıyorum, bir tarihte ünlü gazetecilerden biri o zaman Başbakan olan Süleyman Demirel için "İki saat konuşur, ama hiçbir şey söylemez" demişti. Demirel'in politik gücü belki de buradan geliyor. Konuşurken "ağzından bal aktığını" hissediyor ve coşkuyla dinliyorsunuz, sonra "Sahi ne dedi?" diye düşündüğünüzde aklınız karışıyor.

Demirel Meclis'te uzun bir konuşma yaptı. İki saati aştı. Sonra, hatırlayacaksınız, SABAH'ın çok hoş bir başlığı vardı. Yine Yavuz Donat imzalı bu haberde Demirel "Ne demek istediğini" anlatıyordu.

Yani, iki saati aşkın konuşmadan kimsenin bir şey anlamadığını kendisi de farketmişti, hatta biliyordu, bu nedenle bir "tercümeye" gerek duymuştu.

Buraya kadar iyi. Peki "Ne demek istedim?" başlıklı haberde Demirel'in aslında ne demek istediği anlaşılıyor muydu?

Geçenlerde "Yavuz Donat'ın işi çok zor" başlıklı bir yazı yazmıştım. Donat yıllardır Demirel'in söylediklerini herkesin anlayacağı biçimde halka duyurmak ister de, yine başarılı olamaz. Çünkü tercümenin tercümesi de bir başka tercümeye ihtiyaç duyar.

Örneğin, son Meclis konuşmasından ve onun tercümesinden "Demirel görev süresinin uzatılmasını istiyor" anlamı çıkıyor mu?

Demirel "Cumhurbaşkanını halk seçsin" derken, hemen bir seçime mi gidilmesini istiyor, yoksa kendi başkanlığının uzatılmasını, ondan sonra gelecek olanın halk tarafından belirlenmesini mi istiyor?

Demirel "İşte konuyu açıyorum, tartışılsın" derken hangi konuyu tarif ediyor. Satır aralarında tarif ettiği konuları tartışanların başının derde girdiğini, sokaklarda dövüldüğünü, tutuklandığını biliyor mu?

Demirel'i dinlemek keyifli de, aklımız karışmasa.

Kimse açıklama takmıyor
Öyle bir hale geldik ki vatandaş "yetkililer söylüyorsa yanlıştır" mantığını daha çok benimsedi. Çünkü geçirdiğimiz tecrübeler sonunda resmi açıklamaların halkı kandırdığına daha inanır hale geldik.

İşte son "balık" olayı. Marmara'da tutulan hamsilerden 150 kişinin zehirlendiği açıklaması balık satışlarını şıp diye kesti. Yetkililer! hemen ertesi gün "balıklarda zehir yok, zehirlenenler bayat balık yediler" açıklamasını yaptı ama, dinleyen kim?

Bu küçük gibi görünen büyük olaydır aslında. Bir "güven bunalımının" somut kanıtıdır.

Bu bunalımı da bizzat devlet yöneticileri yaratıyor. Nedeni basit; önce inceleme yapmadan "Marmara Denizi'nden çıkan balıklar zehirli" açıklaması yapıldı. Halk paniğe kapıldı. Ardından "yok böyle bir şey" dendi.

Diyeceksiniz ki; "ikisi de resmi açıklama, birinciye inanan ikinciye niye inanmıyor?" İnsan psikolojisi doğal olarak önce kötüye inanır. Şu anda İstanbul'da hiç kimse "balıklar zehirli değil" açıklamasına itibar etmiyor. Balık tezgâhlarına bakıyor ve geçiyor. Olan da kan ağlayan balıkçı esnafına oluyor.

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır