Küçük kadının hatırlattıkları
Onu ilk kez yakından gördüğümde 16 yaşındaydım. Evine gitmiştim, oğlu bebekti. Ben o zamanlar "popüler şarkıcılara yüz vermeyen" idealist genç kız pozlarındaydım. Pozum beş dakikadan fazla süremedi. Bir lokmada ham yapıverdi beni. Seviverdi, sevdiriverdi. Hayran bıraktı. Çok güzeldi. Dehanın güzelliğini taşıyanlardandı. Bir başka sefer piyanonun başına geçiverdiler Onno Ağabey'le, sabaha kadar çaldılar. Hiç unutmadım o iki sahneyi. Son beraber oluşumuz ise birkaç yıl önceydi. Telefonum çaldı, yirmi beş yıllık dostu olan ağabeyim arıyordu: "Alev (Ebuziyya), Meral (Okay), Sezen Paris'te yemekteyiz, seni de görmek istiyorlar, atla gel." Koşa koşa gittim tabii. Lokantada bir "deliler orkestrası" kurmuşlar, bardaklara vurarak konser veriyorlardı. Kalktı, öptü beni. Orta yaşlıydı bu sefer ama yine çok güzeldi, hiç bir on sekizlik top modelin aşık atamayacağı bir cazibe, yine dehanın güzelliği vardı üzerinde.
DOSTLARIMI SEVİYORUM Bu iki görüşmenin arası 20 yıl. Ben bu yılların çoğunu Paris'te geçirdim. İnsan yurt dışında oturunca, kendisini memleketine bağlayan küçük, görünmez ipler buluyor, onlara naif bir şekilde bağlanıyor. O iplerden biri de Sezen Aksu oldu hep. Her şarkısına bayılmadım belki, hakkındaki bütün haberleri yalayıp yutmadım ama onu takip etmeyi hiç bırakmadım. Seçtiği kelimelere dikkat ettim hep, icat ettiği melodileri merak ettim. Geride bıraktığım Türkiye'nin barometrelerinden birisiydi hep o benim için. Şöhrete, sosyal statüye yüz vermeyişini hep sevdim. Arada bir, bir şarkıdaki üç küçük kelimeyle kalbimi okuyuverişi ya da bir mırıldanmayla ağlatıverişi büyücülüktü hakikaten. Bu, az kişiye doğuştan verilmiş bir hediyeydi ve bu nimet, onun "bir buçuk metrelik bedeninde" mevcuttu... O herkesin Sezen Aksu'su. Woolf'un "kendine ait odası" gibi, Türkçe konuşan herkesin kendine ait bir Sezen'i var. Benimkini size anlatmak değil niyetim. Sadece, geçen gün televizyonda söylediği iki çift lakırdıyla, bana sevdiğim insanları nasıl anlatıverdiğini söylemek, naçizane amacım: "Ortada ürün olmadan medyada görünmüyorum" dedi küçük kadın. Herkesin canhıraş bir şekilde televizyona "çıkmak" (yoksa inmek mi demeliyim?) için birbirini yediği bu memlekette, "fotoğrafta görünmemeyi" erdem saydığını hissettiriverdi. Gölgeyi yeğlediğini. Sadece şarkı söylemek için ışığa çıkmayı sevdiğini. İşte bunun için "hareye girdiği" zamanların bu kadar kıymetli olduğunu. Ve iki lakırdıyla bana, kendi dostlarımı anlatıverdi bilge kadın. Çünkü işte tam da bunun için seviyorum kendi arkadaşlarımı ben. İlle de fotoğrafa girmek için yırtınmadıkları için. Projesiz bir şöhretle işleri olmadığı için. Kanal kanal gezen bir sürü adamdan daha önemli işler becerdikleri halde suretlerini kendilerine sakladıkları için. Görüntülerinin medyada klonlanıp çoğaltılmasından, isimlerinin milyonlarca ağızdan dökülmesinden nefret ettikleri için. Önce işlerini yaptıkları, işin duyulmasının ikincil olduğunu bildikleri için. Zamanlarını "görünmeye" değil, çalışmaya harcadıkları için. En mühim değerlerini, "PR, reklam" diye drajeler haline getirip yutturmadıkları için. "Netice, netice" diye bağıran uzun dişli köpekbalıklarına benzemedikleri, "Hatice'yi" de ihmal etmedikleri için! Onu dinlerken farkettim de, benim (ünlü ya da ünsüz) arkadaşlarımın hepsi, aslolanı severler, görünmekle değil, olmakla uğraşırlar. Yaptıkları işin kendilerine verdiği statüyü, işin kendisinden daha fazla sevmezler. Üç kuruş için zarar vermezler işlerinin tabiatına. Andy Warhol'un 15 dakikalık şöhret konseptine pabuç bırakmazlar. Ben bunun için severim onları... Sezen Aksu, işte böyle, arada bir hayatıma giriverir, bir sözle, bir şarkıyla bana beni anlatıverir. Bir cümle sarfeder, ben kendi arkadaşlarımı daha çok sever, doğru bildiğim değerlere daha çok bağlanırım. "Küçük kadın" teyidtetmiştir çünkü değerlerimi. Madem erdemlerim onunkilere benzemektedir, demek ki haklıyımdır. Dedim ya, geride bıraktığım bir sürü şeyin barometresidir küçük kadın...
|