Hayat zaten sinemadır
İstanbul Film Festivali heyecanı yaşanırken sinemanın 110 yıllık uzun macerasına doğru yolculuk yapalım
Önceleri bir kıraathane ve birahanede seyredildi. Sessiz siyah beyaz dönemden sesli ve çok renkli döneme gelene kadar her kuşak sinemanın değişimlerini ayrı ayı yaşadı. Sinemaskopundan üç boyutlusuna kadar sadece anlatımını değil, tekniğini de geliştiren sinema dünyanın sayılı sektörlerinden biri haline geldi. Bu etkilenme sinemamızı da sarsacak ve en ilkel dönemlerinde bile Yeşilçam, beyaz perdenin renklerini oluşturacaktı. Altın Koza, Antalya gibi yarışmalar İstanbul Film Festivali ile pekleşecek ve kuşaklar beyazperdede buluşacaktı. İstanbul Film Festivali için yerlerinizi ayırtmadan önce, sinemanın ilk geldiği yıla gidelim ve ön sıradan bir bilet alarak Ercüment Ekrem Talu'nun anlatımını dinleyelim: "Karşımızda bir, bir buçuk metrelik bir beyazperde duruyordu. Biz de buna bir mana veremeden bakıyorduk. Yan duvardaki ilanlardan bir şey anlamıyorduk. Canlı fotoğraf... Asrın harikası... İspanya'da boğa güreşi... Şimendiferle seyahat... Bu ibareler içimizdeki merakı körüklemekten başka bir işe yaramıyordu. Derken ortalık birdenbire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı. Buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. O vakitler İstanbul'da elektrik yoktu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının lüzumunu izah etti ve hemen onun arkasından gösteri başladı. Avrupa'da bir istasyon. Tren kalktı, sessiz sedasız. Aman Yarabbi! Üstümüze doğru geliyor. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar gitti. Ben de korktum. Bereket versin, ten çabuk geçti. Ardından boğa güreşi başladı. Azılı film daha yaman. Onu daha önce göstermiş olsalardı, salonda kimsecikler kalmazdı. Tren bizi sinematografa alıştırmış oldu."
ERKSAN HOCA Metin Erksan sadece sinema değil, her yönü ile bir kültür adamıdır. 1950 yılından itibaren önemli yönetmenler arasında yer alan Erksan, ilk filmini 22 yaşında çevirmişti. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun ünlü saz ozanı Aşık Veysel'i konu alan senaryosuna dayanarak yaptığı ilk filminin ardından "Susuz Yaz"la Türk sinemasını ulusallıktan evrenselliğe taşımış, sinemanın tarihine diğer filmleri ile adını yazdırmıştı. Susuz Yaz ile Venedik Film Festivali'ne davet edilmiş, filmlerinin gösterildiği Palazzo Del Cinema'da tüm milletlerin bayrakları arasında Türk bayrağının asılmadığını gördüğünde açıklaması hayli sert olmuştu.
İLK KARELER Lumiere kardeşlerin 1895 yılında halka tanıttığı cimematographe, dünyanın her yanında olduğu gibi Türkiye'de de ilgi uyandırmıştı. Aynı dönemlerde İstanbul'da fotoğrafçılık dalında ün yapmış Vafidis Efendi'nin konuya ilgi duyması ve bilgi istemesi ile görüntü yönetmeni Promio Türkiye'ye gelecek ve İstanbul'un bazı yörelerini filme alacaktı. Ardından çekilmeye başlayan görüntüler çeşitli salonlarda halka tanıtılıyor, ilgi görmesi üzerine Fuat Uzkınay ve Şakir Seden yaptıkları girişim ile sinema salonlarının açılmasında öncülük ediyorlardı. 1917 yılında Sedat Simavi'nin yardımı ile Mehmet Rauf'un 4 perdelik oyunu "Pençe" sinemalaştırılmıştı. "Casus" ise ilk öykülü film olarak sinema tarihinde yer alacaktı. Bunu Ahmet Fehim'in "Binnaz"ı, Şadi Karagözoğlu'nun "Bican Efendi" serisi ve Fuat Uzkınay'ın "Himmet Ağa"sı takip edecekti. Muhsin Ertuğrul sinema tarihinde önemli öncülerden biri olmuştur. 1923 yılında Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyyir'i "Ateşten Gömlek"te oynatarak Türk kadınını beyazperdeye çıkarmıştı. Eşi Ahmet Muvahhit'e talebin gelmesi ile kendini spot lambalarının karşısında bulan Bedia Muvahhit ilk filminden 100 lira almıştı. Yönetmen Bedia Muvahhit'in rolünü ustalıkla yapmasından duyduğu memnuniyeti 50 lira daha vererek gösterecekti.
|