kapat

12.01.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
Atayatirim
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Su bile içirmediler
Sevgili okurlar! Kitaplar Menderes'i üç avukatın "savun-duğunu" yazar: Apaydın, Cindoruk ve ben. Yazar yazmasına ama gerçek öyle değildir. Dövdüler... Sövdüler... Haksız yere içeri attılar.... Ve savunmaya fiziken izin vermediler!

27 Mayıs hareketi bir ihtilal değildir. Ama işlerine öyle geldiği için fetvacı profesörler bu harekete ihtilal adını verebilmişlerdir. Bu da 27 Mayısçılar'ı memnun etmiştir. 27 Mayıs düpedüz bayağının adisi bir hükümet darbesidir. Bence DP'nin en büyük kusuru, hatta suçu, darbe istihbaratını alıp darbeyi önleyememiş olmasıdır.

27 Mayıs 1960 ile rahmetli İsmet Paşa'nın başbakanlığında kurulan hükümete kadar geçen zaman içinde büyük farklılıklar vardır. 27 Mayıs sabahı yumuşak ve tatlı dille başlayan darbe hareketi, her gün biraz daha şiddetlenerek ve kendi içinde çelişkilere düşerek devam edip gitmiştir.

İşte birkaç örnek...

HARBİYE'YE GÖTÜRÜLDÜM
Sağa sola telefon ettim. Menderes'in üç avukatından biri olan Burhan Apaydın'ın götürülmüş olduğunu öğrendim. Benim için de otele gelmiş, bekleyip gitmişler. Otelden hemen ayrıldım. O geceyi Son Havadis gazetesinin Yassıada'da görevli muhabiri Burhan Tekinli arkadaşımın evinde geçirdim. Sabahleyin otele döndüm. Sıkıyönetim Komutanlığı'na telefon ettim. Kurmaybaşkanı'na bağlıyoruz dediler, telefona çıkan ses bana, "Orada bekle gelip seni alacaklar, bir yere gitme, odanın kapısını açma, evrakına el sürme," diye emir verdi. Ben hemen odaya çıktım, davalar ile ilgili ne kadar bilgi, belge, not, dosya varsa hepsini aldım, otelin kalorifer dairesine indim. Orada hurda bir kalorifer kazanı vardı. Hepsini o hurda kazanın içine koydum.

Beklemeye başladım. Biraz sonra Kallavi sokağının Tepebaşındaki köşesi ile Beyoğlu'ndaki köşesi askeri araçlarla tutuldu. Sanki orada bir eşkiya, bir azılı katil, bir terörist vardı da onu yakalamak için gelmişlerdi. Subaylar, askerler geldiler beni bir jipe bindirdiler. Jipte yalnız sivil polisler vardı. "Beyefendi," dediler, "her şey olabilir korkmayın, biz size iyi muamele edeceğiz." Ben karakola gideceğimizi sanıyordum. Bir de baktım ki Harbiye'ye getirilmişim. Harbiye'de nöbetçi subay kimlik tespiti yaptı, üzerimde ne varsa, bel kayışımdan ayakkabımın bağcıklarına kadar hepsini aldı ve götürün dedi. Kapkaranlık bir dehlizin içindeki bir hücreye konuldum.

MANTIKSIZLAR!
Gerek Apaydın'ın gerekse benim buralara getirilişimizin sebebini sonradan öğrendim.

Birkaç gün önce 6-7 Eylül davasının savunmasını yapmıştık. Apaydın güya kendi savunmasını matbaada bastırmak istemiş. Bunu haber alan askeri idare, matbaayı basmış, evrakı toplamış. Sonra da Apaydın'la benim tutuklanmam doğru bulunmuş.

Bu hayret edilecek birşeydir. Gerek Apaydın'ın gerek benim bu dava ile ilgili savunmalarımız bütün gazetelerde özellikle Son Havadis ve Yeni İstanbul gazetelerinde tam metin halinde yayınlanmıştı. Onbinlerce satan gazetelerde yayınlanmış bir savunma matbaada bastırılmış olsa ne çıkar, bastırılmamış olsa ne çıkar! Böyle bir mantıksızlık olabilir mi? Kaldı ki bunlar arasında benim savunmam yok. Hadi Apaydın için son derece uydurma, rezalet bir sebep buldunuz, bana ait sebep ne? O zamanki idareciler, galiba kapılarına mantığı içeriye sokmamak için nöbetçi koymuşlardı.

KONUŞMAMIZ BİLE YASAKTI
Hücrede ne yapacağımı şaşırmıştım. Hasta annem, eşim ve çocuklarım akibetimden habersizdiler. Apaydın'ın da annesi hastaydı ve çocuklarına çok düşkün bir anneydi. Rahmetli de oğlunun ne olduğunu bilmiyordu. Hatta Apaydın'ın benden, benim Apaydın'dan haberimiz yoktu. Bir ara uzaktan sesler geldi. Ben Burhan, diye bağırdım. O, "Talat sen de mi buradasın," diye cevap verdi. Ben de buradayım dedim. Ama subaylar, konuşmanız yasak dediler.

Peki ne yapacaktık şimdi? O bir uçtaydı, ben bir uçtaydım. Bir çare bulmak gerekiyordu. O çareyi ben buldum. Şarkı söylemeye başladım. Yani şarkı söyler gibi konuştum. Namelerle, "Sen neee zaman geldiiin, beeen bugün geldiiim, seeen de banaaa şarkı söyleyerek cevap veeer," diye başladım uydurma nameleri birbiri ardına sıralamaya. Bu usül işimize yaradı.

Ben koydukları hücre bir masanın küçüklüğündeydi. Bir tahta ranza vardı. Ranzada yatak, döşek gibi birşey yoktu, kupkuru tahtaydı. Bir de içi çıtık dolu yastığımsı birşey vardı.

Bu hücrelerin adına mezarlık denildiğini sonradan öğrendim.

Nöbetçilerin konuşması yasaktı. Su içmemiz bile bir meseleydi. Bir gün su içmek istediğimi söyledim. Beni musluğun başına götüren subay bir sürü hakaretten sonra, "Siz Taşdelen suyu içmeye alışmamışsınızdır, iç Terkos'u da göreyim," dedi. Tuvalet meselesini anlatmak istemiyorum. Ama bunun korkunç bir sorun olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Nihayet bir yağmurlu gecede her yanı kapalı bir kamyonetle Balmumcu hapishanesine götürüldük. Buraya getirilişimizden orada kahır çekmekte olan arkadaşlarımızdan başkasının haberi yoktu. Onlar bir yolunu bulup ailelerimizi haberdar ettiler. Bu noktada ağzımızdaki baklayı çıkarmanın vakti gelmiştir...

BAROLAR NEDEN SUSTU?
27 Mayıs'tan başlayarak bugünlere değin sayılamayacak kadar özgürlük havvarileri türedi. Bunlar itibarlı ve çevrelerinde ünlü kişilerdir. Bunlar gazetelerin manşetlerinde, kendi köşelerinde, televizyon devreye girdikten sonra ekranlarda, özgürlük havarileri olarak arz-ı endam eylediler, devam da ediyorlar. Ölenler ise şaşaalı isimleriyle devam ediyorlar. Özgürlük, insan hakları, ifade hürriyeti şarkıları söylenip duruyor.

Sözün burasına gelmişken bir başka pencereden bu şarkıcılarla birlikte bir manzarayı seyredelim.

Ben ve Cindoruk Ankara, Apaydın İstanbul Barosu'na mensuptuk. Bu iki baro Türkiye'nin iki büyük barosuydu. Bu baroların hiçbirinden bir tek kulun, bir tek yönetim kurulunun sesi çıkmadı. Bu arkadaşlarınız neredeler, öldüler mi kaldılar mı, diye soran olmadı. Aksine İstanbul barosu şu kararı almıştı: Baroya mensup avukatlar Yassıada sanıklarını savunamayacaklardı!

Şimdi soruyorum: Biz Yassıada avukatları çok mu suçluyduk? Savunma hakkımızın ne kadar olduğunu da anlatmıştım. Şimdi kulağıma gençliğimizde söylediğimiz bir tangonun nameleri geliyor:

"Mazi kalbimde yaradır..."
Tutuklanma sırası bize geliyordu...

Demokrat Parti İzmit il başkanımız Tahsin Marmara vardı. Bizi pek çok severdi. Her akşam ziyarete gelirdi. Bir gün ona "Marmara, sen biraz gelme. Hava sertleşiyor. Hepimiz birden tutuklanabiliriz. Biraz ara verelim," dedim. Nitekim tahminim doğru çıktı. Birkaç gün sonra Marmara arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. Niçin mi? Söylendiğine göre Kumkapı'dan Yassıada'ya tünel yapıp arkadaşlarını kaçıracaklarmış.

Bu tutuklama olayını nereden mi bildim? Şöyle: Cindoruk'la beni bir sivil polis takip ederdi. O sırada takibin dozu hayli artmıştı. Mesela bir akşam yemek için otelden ayrıldık. Yemek deyince ziyafet sanmayın. Muhallebici bile bizim için lükstü. Bir çorba içip, sahanda yumurta yemek hepimiz için bir nimetti.

CİNDORUK DALGA GEÇTİ
Muhallebiciye girdik, lacivert elbiseli takipçimiz de bizimle girdi. Bize yakın bir masaya oturdu. Cindoruk malum, şakacılığı sever. Adama seslendi. "Kardeşim," dedi, "bizi takip edip duruyorsun. Kendini niye sıkıntıya sokuyorsun, bizim masaya gel de birlikte yiyip içelim."

Hava her gün biraz daha sertleşiyordu. Tahsin Marmara'nın hemen arkasından Cindoruk da tutuklandı. Neden mi? Çünkü gazeteciler ona, Salim Başol'un bize ve tutuklulara takındığı tavır dolayısıyla sormuşlar: "Divanın tarafsızlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?" Cindoruk da, "Sümenin altında bir karar yoksa tarafsızlığına inanırım," demiş. Yani bu mealde birşeyler söylemiş. Vay sen misin söyleyen, almışlar içeriye.

MEĞER HAPSE ATILMIŞIZ
Böyle saçma bir şey olabilir mi? Her avukat bunu söyleyebilir. Bu söz mahkemenin tarafsız olması gerektiğini ifade eder. Çünkü sümenin altında bir karar var demiyor, sümenin altında bir karar yok ise, diyor. Cindoruk'u alıp götürdüler, tutukladılar. Akibeti bizler için meçhul kaldı.

Rahmetli avukat Mahmut Homurlu'nun bir arkadaşı vardı: Hakim Yüzbaşı Ayhan. Onun aracılığıyla Cindoruk'un Balmumcu Hapishanesi'nde olduğunu öğrendik.

Sıranın Burhan Apaydın'la bana geldiğini anlıyordum. Nitekim bir gece otele geldiğimde resepsiyondaki madam beni yan tarafa çağırdı. Elindeki gazeteyi gösterdi. Bu akşamları çıkan bir gazeteydi. Birinci sayfada sürmanşet bir haber vardı: "Menderes'in avukatları Talat Asal ve Burhan Apaydın tutuklandılar."

MENDERESİN MEVLİDİ
Bir başka kupür. Bu kez 1967'den: "Bundan 6 yıl önce Yassıada duruşmaları neticesinde idam edilen eski Başbakan merhum Adnan Menderes'in ruhuna ithaf edilmek üzere dün Ankara Hacı Bayram Camii'nde ikindi namazını müteakip Mevlidi Şerif okunmuştur. İstanbul, Ankara ve İzmir'in tanınmış mevlidhanları ile çeşitli ilahi gruplarının katıldığı dünkü mevlidi şerifte merhumun eşi, çocukları, gelini hazır bulunmuş, mahşeri bir topluluk mevlidi camiin dış bahçesinde takip zorunda kalmıştır. Resimde merhumun küçük oğlu Aydın Menderes, avukatı Talat Asal, büyük oğlu Yüksel Menderes, eşi Berin Menderes ve gelini İpek Menderes görülmektedir.

ADA'DAN GELEN İLK GÖRÜNTÜLER
10 Ekim 1960 tarihli Hürriyet'in ilk sayfası. Mahşet: "Yassıada'dan ilk fotoğraflar". Bu fotoğrafın başlığı: "Terliyor ama sıcaktan değil." Darbeden yana tavır alan gazete şöyle yazmış: "Bir sabah uyandıkları vakit gözleri 27 Mayıs'ın mukaddes aleviyle kamaştı. Böylece kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşmüş oluyorlardı." Fotoğrafta Menderes, 5 numaralı Tali Komisyon üyelerine ifade veriyor.

Talat ASAL


Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır