Avrupa Birliği Komisyonu'nun "Türkiye'yi bekleme odasına aldık" açıklaması, Türkiye'nin geleceğini Avrupa'da gören çevrelerde sevinç yaratırken, karşı cephe anında harekete geçti. Avrupa Birliği karşıtı lobi şu sıralarda "Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye yarar sağlamayacağını, Avrupa kapısında beklemenin onur kırıcı olduğunu, Türk'ün Türk'ten başka dostu olamayacağını" söylemeye başladı.
Kim ne derse desin, Türkiye'nin eninde sonunda Avrupa Birliği içinde yer alması kaçınılmazdır, çünkü bu Türkiye'den çok Avrupa'nın ihtiyacıdır, tercihidir.
Şimdi gerçekleri görmemiz gerek. Dünkü SABAH'ın Ekonomi sayfasında Levent Gürses'in çok güzel bir araştırma yazısı yayınlandı. Avrupa Birliği'nin bekleme odasına alınan ülkelerin kıyaslaması yapılıyordu bu yazıda.
Biz "aşağılık kompleksi" içinde "Dağılan Sovyet Bloku ülkeleri bile bizim önümüze geçti" diye ağlaşıyoruz.
Oysa tablolara baktığımızda bütün bu ülkelerin toplamının "bir Türkiye" kadar bile etmediğini görüyoruz. Örneğin Estonya İstanbul'un bir semti kadar nüfusa sahip. Başta ekonomi olmak üzere Türkiye'nin yaşadığı sorunların hiçbirini yaşamadığı gibi, bizim başımızı ağrıtan "insan hakları, demokrasi, hukuk sistemi, serbest rekabetin kötüye kullanılması" türünden dertleri de yok. Avrupa coğrafyasına bakıldığında "aradaki küsurlar" gibi ülkeler bunlar. Avrupa bu coğrafyada kesin bir birliktelik kurmak için bu ülkeleri öncelikle içine alıp hemen hizaya sokmak zorunda.
Oysa Türkiye'nin 65 milyon nüfusu, çok zengin kaynakları, dinamik bir halkı var. Ama Türkiye'nin bir de zaafları var. Demokrasisi yerini bulamamış, hukuk sistemi laçkalaşmış, devlet ve bürokrasisi hantallaşmış, devletten sebeplenme nedeniyle serbest rekabet ortamı tam kurulamamış, insan hakları ihlalleri, yönetim kademesinin çıkarı gereği had safhaya ulaşmış.
Aslında olumlu yanları ağır basan, ama çağdaş ülke sınıflandırmasında zaafları olan Türkiye'nin Avrupa'ya kabul edilmesi ister istemez zaman alacaktır. Yukarıda saymaya çalıştığım "zaafların" düzeltilmesi Avrupa'nın değil, bizim yararımıza. Buna karşın, devletten sebeplenen çevrelerin, kaçınılmaz olduğunu bilmelerine rağmen Türkiye'yi hâlâ çağdaş dünyadan uzak tutma çabaları biraz daha sürecektir.
İşte bunu bilen Avrupa "döve döve" de olsa Türkiye'nin zaaflarından kurtulması için güç harcayacaktır. Bunda alınganlık göstermek, gururumuzun kırıldığını sanmak hatadır, çünkü doğru olan budur.
Bu tarih boyunca böyle olmuş. Ülkemiz insanları yenilik arayışına girmemiş ama zorla da olsa getirilenleri kabul etmiş. Tanzimatı, ıslahat hareketlerini düşünün. Yenilikler dışardan gelmiş, kimi çıkar çevrelerinin muhalefetine rağmen uygulamaya konmuş, halk kısa sürede alışmış.
Cumhuriyet ve daha sonraki devrimler de öyle. Kimse Atatürk'ten "devrim yapmasını" istememişti. Ama O, doğru yolun böyle olduğunu söyledi, bir dizi devrim operasyonuna girişti, halk belki şaşırdı ama kısa sürede benimsedi.
Tabii geçen yıllarda, genlerimize işleyen "şark kafası" yüzünden yeniliklerin suyunu çıkarmayı becerdik, ama çok da geri gitmedik. Avrupa Birliği, Türkiye'nin de gruba katılabileceğini ama uzunca bir süreye ihtiyaç duyulduğunu açıkladı. Tabii şartlarını da sıraladı. Bu durumda ya değişime ayak uydurup gelişmiş dünya ülkeleriyle aynı klasmana gireceğiz, ya da Ortadoğu'daki güçlü ama etkisiz bir ülke olarak kaderimize razı olacağız.
Sağduyu sahibi insanlar kaderimize razı olmayacağımızı yıllardır söylüyor. Bu durumdan şimdilik çıkar sağlayan ve aslında çağdaş ülkelerdeki gibi yaşayan ama bunun halka yansıtılmasını pek istemeyen çevreler, türlü çeşitli oyunlarla değişimi engellemeye çabalıyor, buna karşın akıntıya kürek çekemeyeceklerini de biliyorlar. Çünkü Türkiye bin yıldır rotasını "çağdaş yaşama doğru" çizmiş. Şimdi de bu rotadan sapamayacaktır.