ADAPAZARI; doğduğum, çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim yer, yuvam... Orada ailemi kurmuş, mesleğimi sürdürüyordum; gazeteciliği... O gece, eşimle birlikte evdeydik. Kızım ise, dayısında kalıyordu.
Yatmaya hazırlanıyordum ki, o uğultuyu duydum. Aniden başlayan ve insanı çıldırtan o uğultuyu. Her şey hem çok kısa, hem de çok uzun sürede olup bitti... Adapazarı enkaz yığınına dönüştü, evim de öyle...
Üzerimize çöken 5 katlı binanın altından büyük bir gayret ve sabırla dışarıya çıkmaya çalıştık. Eşim Leyla elimi sıkı sıkı tutmuş, paniğe kapılmadan hareket etmemiz için beni sakinleştiriyordu.
Sonunda dışarı çıkmayı başardım. Aklımız, 50 metre ötedeki evde kalan kızımız Aybüke'deydi. Eve ulaştığımızda yine aynı manzarayla, bir enkazla karşılaştık.
Gözüm kararmıştı. Enkazın altına girip deli gibi kızımın, dayımın ve ailesinin adını seslenmeye başladım. İlk önce dayımı, eşini ve yeğenlerimi buldum. Onlar yaşıyordu. Hepsini teker teker dışarı çıkardık. Ama kızım Aybüke'ye ulaşamamıştık.
Leyla, "O ölmemiştir Murat, mutlaka kurtaracağız, sakin ol" diyordu. Sonra yine eşimin sesini duydum. "Koş, Aybüke'yi aşağıda bulduk" diyordu. İnanamıyordum. Kızım evin üçüncü katındaydı, nasıl olur da aşağıda bulunur, diyordum kendi kendime. Bu arada yeğenim gelerek bir tokat attı ve "Çabuk aşağı inelim, çocuğu alalım, yine çökecek" diye bağırdı. Aşağıya indiğimde kızımı annesine sarılmış halde bulduğumda dünyalar benim oldu. Onu ve eşimi kucaklayıp kendimizi dışarı attık.
Bir süre sonra aynı enkaza döndüm. Üst tarafta sıkışıp kalmış 2 yaşlarında bir çocuğu daha kurtarmayı başardık. Ama, Adapazarı'nda her yer enkazdı, ulaşamadığımız birçok insan vardı... Onlar komşularımızdı, dostlarımızdı... Biz kurtulmuştuk, şanslıydık. Ama Adapazarı, mahşer yeri gibi, cehennem gibiydi. Hâlâ da öyle...