kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 6 Nisan 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC

Aşk ağda gibidir, tatlıdır ama acı verir

Kaya GENÇ
27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin açılışını yapan ve 9 Mayıs'ta gösterime girecek olan Karamel'in (Caramel) yönetmeni Nadine Labaki, Lübnan sinemasının yükselen yıldızı olarak görülüyor..
-Karamel'i izlerken, aklıma, Batı'da insanları yönlendiren dürtünün suçluluk, Doğu'da ise utanç olduğunu söyleyen antropolog Ruth Benedict geldi. Anlattığınız kadınları utanç duygusu mu yönlendiriyor?
-Filmimdeki kadın karakterler, bir yandan kendi hayatlarını yaşamak istiyorlar ama öte yandan aldıkları eğitim, geldikleri çevre tarafından biçimlendirilmiş durumdalar. Tam olarak ne istediklerini bilmiyorlar. Yaşamayı istedikleri şeylere bu kültür izin vermiyor. Bu yüzden de evet, utanç hissediyorlar ama bir yandan suçluluk da hissediyorlar, iki duyguyu birlikte yaşıyorlar.

-Karakterlerin en büyük tatminsizliği ne?
-Tatminsizlikleri tek bir şeye indirgenemez. En büyük tatminsizlikleri ve sıkıntıları elbette mutluluğa ulaşamamaları. İstedikleri biçimde yaşayamıyorlar; hayatta olmayı istedikleri kişiyle, korktukları için kendilerine yapmayı yasakladıkları özellikler arasında kalıyorlar. Diğer insanların verecekleri tepkiler onları korkutuyor. Önemli olan, olmayı istedikleri kişi olup mutlu olabilmeleri.

-Bu bastırılmışlıkların, mutsuzlukların çözümü bireysel mi yoksa politik mi olabilir?
-Ben filmimde bir çözüm önermiyorum. Bir cevabım yok. Bence eğer herkes hayatta gerçekten yapmayı istediği şey üzerine yoğunlaşırsa ancak o zaman mutlu olabilir. Ama bu olmuyor. Film ders vermiyor, şu veya bu doğru demiyor. Bu tür dersler verecek bir konumda görmüyorum kendimi.

-Daha önce Lübnan'da çektiğiniz müzik kliplerinde 'fazla güçlü' kadın karakterler yarattığınız için eleştirilmişsiniz.
-Bazı insanlar, çektiğim videolardaki kadınları görünce şaşkına döndü. İstediklerini yapan, bedenlerinden ve insanların onlara nasıl baktığından korkmayan karakterlerdi bunlar.

-Filminizi Beyrut şehrine adadınız; acaba Amsterdam gibi daha özgür bir Batı şehrinde doğup büyüdüğünüzü hayal edebiliyor musunuz?
-Hayır, ben Lübnan'da yetiştiğim için olduğum kişi haline geldim. Ben Lübnan'la bir aşk ve nefret ilişkisi kurmuş durumdayım. Bu iki duyguyu birbirinden ayıramıyorum. Lübnan'a karşı o öfkeleri hissetmesem bu aşkı da duymazdım. Dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi Lübnan'da da insanlar bir sürü problem yaşıyor. Bunlara rağmen hayat devam ediyor.

-Karamel'in çekimlerinden birkaç gün sonra İsrail, Lübnan'a saldırdı. Anlattığınız hikâyelerin savaşın gölgesinde kalmasından korktunuz mu?
-
Elbette büyük bir şok yaşadım. Ülkem savaştaydı. Şüpheler, korkular içindeydim, 'Bu filmi çekmek doğru mu?' diye düşündüm. Yaptığınız şeylerin anlamı ortadan kaybolabiliyor. Biraz zaman geçmesi gerekiyor aradan. Koskoca bir savaş yaşanıyor, pek çok şeyi bilmiyorsunuz... Ama sonra Karamel'i seyreden insanlarla konuşunca ve onlardan: "Lübnan'da böyle hayatlar yaşandığını bilmiyorduk, derinizin renginin böyle olduğunun, görünüşünüzün böyle olduğunun farkında değildik," laflarını duyunca bizi hiç tanımadıklarını anladım. Onlara savaşın yarattığı anormal şartlarda değil, normal bir günde Beyrut'u göstermek istedim.

ERKEKLER DE EZİLİYOR


-Lübnan toplumunda en iyi tanıdığımız toplumsal sınıf hangisi?
-Tek bir sınıf değil, toplumdaki her şey benim ilgimi çeker. İlginç bulduğum bir durum olduğu sürece alt sınıf veya orta sınıf, üst sınıf fark etmez. Filmim otobiyografik değil, daha çok çevremde duyduğum hikâyelerden esinlenilmiş diyebilirim. Lübnan'da çok karmaşık bir toplumda yaşıyoruz: En çılgınca şeylerle mufazakârlık bir arada. Hıristiyanlar, Müslümanlar, fakirlik, zenginlik, en havalı yıldızların gittiği kafeler, fakir evleri... Pek çok farklı deneyim, geçmiş iç içe. Lübnan toplumuyla ilgili görüşüm bu.

-Başrolünde oynadığınız, yazdığınız, yönettiğiniz Karamel'i bir Woody Allen filmine benzetsek...
-Bu büyük bir onur olurdu benim için. En sevdiğim yönetmenlerden biri. Daha çok erken dönem filmlerini severim. İnsan doğası hakkında çok şey bildiğini düşündüğüm bir yönetmen. Karakterleri çok gerçek. Woody Allen'ın film yapma yöntemini de seviyorum.

-Karamel'de mahremiyet arayan kadınların sıkıntılarını anlatıyorsunuz, ama bir yandan da filmin çekiciliği tam da yaşanan bu komün hayattan geliyor gibi?
-Biz bir cemaat toplumunda yaşıyoruz, işin aslı bu. Beyrut'ta bir restorana gittiğinizde tek başına yemek yiyen birini göremezsiniz. Öyle biri varsa da, "Herhalde bir derdi, mutsuzluğu var," diye düşünürsünüz. Biz cemaat halinde yaşarız, evlenene kadar pek çok kişi ailelerinin yanından ayrılmaz. Herkes herkesin her yaptığını bilir. Hem sıcak, güzel bir kültürdür, hem de can sıkıcıdır. Karmaşık bir kültürden bahsediyoruz. İçinde yaşayanlar üzerinde büyük sıkıntılar, stres yaratıyor, korkuyorsunuz, ailenizi kandırmak zorunda kalıyor ve bu yüzden utanç duyuyorsunuz. Aynı durum Lübnan'daki erkekler için de geçerli. Çok modern bir toplumda yaşamamıza rağmen evlenene kadar ailelerimizin yanında yaşamamız da Lübnan'ın en büyük paradoksu bence.

-Filmin merkezinde yer alan ağdanın çocukluğunuzla bir bağlantısı da var mı?
-Evet, küçükken annem ağda yaparken, en sonunda o tatlı macun kısmını yemek için heyecanla beklerdim. Ağda faslı tek başına değil, cümbür cemaat yaşanan bir durum. Arkadaşlar, kuzenler, kardeşler, komşular bir araya gelir... Müzik dinler, birbirlerine sırlarını anlatırlardı. Böylece ağda, birlikte olabilmeleri için bir bahaneye de dönüşürdü. Böylece ağda seansı, onların sırlarının gizli bir tanığı olurdu. Beni her zaman büyüleyen ve heyecanla beklediğim bir süreçti. Ağda aynı zamanda kadınların ve aşkın karmaşıklığı üzerine iyi bir metafor da: Şekerli, tatlı bir madde, ama çok acı da verici.
Haberin fotoğrafları