Alman Freitag gazetesinin Buket Uzuner'den Noel için istediği ve 21 Aralık'ta yayımlanan Bir Noel Hikâyesi adlı öyküsü, Türkiye'de ilk kez SABAH Pazar'da yayınlanıyor. Öykü, Almanya'da büyük ilgi gördü..
Aslında benim gibi birinin böyle bir hikâyeyi anlatması hiç uygun değil. Ancak bu dünyada ilahi adalet mi var sanıyorsunuz? Yoksa Dante'nin eserini yalnızca 'Komedi' diye adlandırdığını, ama daha sonra Boccacio'nun ona 'ilahi' sözcüğünü ekleyerek İlahi Komedi yaptığını da mı unuttunuz? İşte belki de yalnızca bu nedenle hikâyenin anlatıcısı benim. Tamamen uygun olmadığım için... Her şey Türkiye'nin Demre adlı kasabasında başladı. Demre, Akdeniz sahillerindeki küçük bir cennet. Biz Avrupalıların 'Turkish Riviera' dediğimiz türden. Ancak Demre'nin asıl önemi Türklerin 'Noel Baba' diye andığı Saint Nicolaus'un doğduğuna inanılan yer olmasından kaynaklanıyor. Karlar üzerinde geyiklerin çektiği kızağında kahkahalar atarak dolaşan Fin asıllı Ermiş Nicolaus'un Müslüman bir Akdeniz ülkesinde ne işi var, derseniz, zaten bunlarınki bizim Avrupa'daki beyaz sakallı, şişman ve gürültücü adama hiç benzemiyor. Demre'deki bronz heykelde tasvir edilen Türk Noel Baba, başında kapşonu, üzerinde cübbesiyle bir masal karakterinden çok bir insana benzeyen, sırtında mütevazı bir oyuncak torbası, cübbesinin eteğine sarılan çocukları kollayan iri yapılı, hatta yakışıklı bir papaz. Türklere gelince, onlar çoktan bir Noel Baba Vakfı kurmuş, onun Likyalı ataları olan bir papaz olduğunu iddia ediyorlar, ama bana sorarsanız asıl ilgilendikleri bölgeye akan turistlerin sayısı... Neyse, benim bütün bunlarla hiçbir alakam yok. Ne Noel'i kutlarım ne de dindar bir adamım. Üstelik Noel tatilinde Noel'le ilgili her şeyden kaçmak üzere Noel'i olmadığı için Türkiye'ye gitmişken... Benimkisi tamamen bir kaçıştı. Tüketim çılgınlığından, siyaset kirliliğinden, açgözlülük ve ikiyüzlülükten kaçış. Özgürlük yoksulu ülkeleri demokrasi götürmek adına işgal eden ülkelerden birinin vatandaşı olmak utancından, çaresizlikten, tıraş olmak mecburiyetinden ve tabii kendimden kısacık bir kaçış; bir nefes molası... Biz Avrupalılar, kaçmak için genellikle doğası henüz bozulmamış, ucuz ve egzotik yerleri seçeriz. Türkiye, artık pek egzotik sayılmasa da benim gibi vaktini para kazanmak için başkalarına satmamak için yarım günlük işlerle idare edip, okumayı ve yazmayı tercih eden biri için bile hâlâ kafa dinlemek için kaçılabilecek kadar ucuz ve güzel bir ülke. Noel ve yeni yıl tatilini birleştirip, aile yemeklerinden, bütün Hıristiyan âleminin caddelerini saran Noel alışveriş çılgınlığından, gürültüden, kalabalıktan uzak bir yere kaçıp, saklanmak istediğimde, bir arkadaşımın önerisiyle Antalya'ya gittim. Bir otele yerleştim ve bir motosiklet kiraladım. Sabahları yüzüyor, kahvaltıdan sonra da motosikletle çevre kasabaları dolaşıp, geceleri otele dönüyor, tıraş olmak mecburiyetinden ve manasız günlük konuşmalardan kurtulmanın keyfini çıkartıyor, artakalan zamanda okuyor ve ölmeden önce yazacağım kitap için notlar alıyordum. Her şey tam istediğim gibiydi. Ne ben kimseye dokunuyordum ne de kimse bana... 26 Aralık'ta, artık bir tüketim canavarına dönen Noel'i sessizce atlatmış olmanın keyfiyle Antalya'nın iyice dışına çıkmış, yolumu Demre'ye düşürmüş, gelmişken de şimdi müze olan Demreli St. Nicolaus antik kilisesini gezmiştim. Hava serin ama güneşliydi, biraz yüzdüm, sonra çok sevdiğim siyah Türk çayını yudumlarken çocuğu gördüm. Mavi eşofman takım giymiş altı yaşlarında, sıska bir kız çocuğu, bahçenin ortasında duran Noel Baba heykelinin önüne dikilmiş, öfkeyle heykele bağırıp, ağlıyordu. Siyah kısa saçları lastikle fıskiye gibi tepesinde toplanmış, sağlıksız görünen yüzünün neredeyse tümünü kaplayan Japon çizgi filmlerindekine benzer kocaman simsiyah gözlerinden yaşlar akıtarak, Noel Baba heykeline bağırıyordu. Hayatımda hiç böyle bir sahneye şahit olmamış, çok şaşırmıştım. Nasıl olduğunu anlayamadan kendimi çocuğun yanında buldum. Noel'i olmayan bir kültürde yetişen, besbelli yoksul bir çocuğun Noel Baba'dan ne istediğini öğrenmek için çıldırıyordum. Çocuk beni görünce sanki hayalet görmüş gibi sapsarı kesildi, ağlaması dondu, gözyaşları yüzünde asılı kaldı, korkuyla bana baktı. O korkunca ben de çekindim. İkimiz de hiç konuşmadan birbirimize öylece bakakaldık bir süre... Sonra sayıklar gibi bir şeyler söyledi, ama hiç Türkçe anlamıyordum. O sırada nereden fırladığını anlamadığım üniformalı ufak tefek bir adam geldi ve küçük kızın kulağından yakalayıp sürüklercesine çekiştirmeye başladı. Çocuk yeniden ağlamaya ve yalvaran bir sesle bana bir şeyler söylemeye çalıştı. Adama kendi dilimde çocuğu rahat bırakmasını söylerken, nasıl bir olaya karışmakta olduğumun henüz farkında değildim. O ufak tefek, çelimsiz, üniforması üzerinden dökülen 35 yaşlarındaki adam bana öyle sert bir bakış attı ki ondan çok daha uzun ve yapılı bedenimden hiç korkmadığını anladım. Bu sırada adamın elinden kurtulan çocuk bacağıma sarıldı ve yine yalvaran bir sesle bir şeyler söyledi. Müze-kilisenin bekçisi ve kızın babası olduğunu sonradan öğrendiğim bekçi Mehmet, çevik bir hareketle uzanıp, kızı kolundan yakaladı ve adeta sökerek alıp, kaçırdı. Böyle bir olay Avrupa'da olsaydı, gidip çocuğunu taciz etttiği için Mehmet'i şikâyet eder ve çocuğu kurtarırdım, ama burası Türkiye'ydi ve bizi izleyen herkes sanki bu olanlar doğalmış gibi çaylarını yudumlamaya devam ediyordu. İnsanlardan kaçmak için saklandığım bu küçük kasabada da her yerde olduğu gibi insanlara yine fena halde canım sıkılmıştı. Unutmam gerekirdi. Hayatında hiç evlenmemiş, aile denen hapishaneden, insan defolarının yeniden üretilme alanı olan çocuklardan ve dinlerin kendisi dışında kalanları 'öteki' yaratarak dışlayan propagandacı sesinden bilerek uzak durmuş biri olarak benim o çocuğu hemen unutmam gerekirdi. Ancak unutamadım. Sabah erkenden Antalya'daki turizm acentasına gittim. Orada çalışan ve benim dilimi konuşabilen bir genci yanıma alıp, motosikletle yola koyulduk. Tek istediğim o çocuğun bana ne sorduğunu öğrenmekti. Zaten 10 günlük kış tatilimde, aynı yere iki kez gitme lüksüm yoktu ve ben kendisinden kaçtığım Noel Baba'nın doğduğu söylenen kasabaya yeniden gidiyordum. İlahi adalet mi, komedi mi demiştik? Demre'ye varıp, müze kilisenin bekçisi Mehmet'i aradığımızda onun dün gece aniden hastalanan kızı nedeniyle izinli olduğunu ve kızının adının da Meryem olduğunu öğrendik. Çevirmenim bana Meryem adının, Mary'nin Türkçesi olduğunu söyledi ve ilahi olduğunu düşündüğü bir de şaka patlattı: "Mary of St. Nicolaus!"* Tabii tahmin ettiğiniz gibi Demre'nin küçük devlet hastanesine de gittim, çünkü artık bu hikâyenin içindeydim ve buna ben bile engel olamıyordum. Hastanenin bahçesindeki bir bankta bekçi Mehmet'i oturmuş, kahrolurken gördüm. Bu şimdi eski bir kot pantolon ve mont giymiş bu adam, bana daha genç ve daha masum görünüyor, bir gün önce küçük kızına şiddet uygulayan kötü baba figürüne pek uymuyordu. Birden beni gördü ve hatırladı. Bana saldırabileceğini düşünerek sağlam bir duruşla bekledim. Oysa Mehmet, yüzünde bir minnet duygusuyla gülümseyerek bana yaklaştı ve uzanıp elimi sıktı. "Kızını ziyarete geldiğiniz için teşekkür ediyor," diye Mehmet'in sözlerini aktardı çevirmenim. Bozulmuştum ama belli etmedim. Çocuk, günlerdir Noel Baba heykelinin önünde beklediği için üşütmüş, gece ateşi yükselip, sayıklamaya başlayınca hastaneye getirmişlerdi. Beni sanki çocuğunu iyileştirecek aşıyı bulup getirmişim gibi sevinçle karşılayan Mehmet'e bakınca, karşımda şimdi çocuğunu çok seven, şefkatli bir baba görüyor, ancak hangisinin asıl kendisi olduğu konusunda kafam karışıyordu. Sonra beni ve çevirmeni hastaneye davet etti, orada doktor ve hemşireyle tanıştırdı. Kadın doktor hayatında bir kez gördüğü bir çocuğun sağlığını merak edip, tatilini bölerek hastaneye gelen 'bir Avrupalı turist' olarak bana inanamaz gözlerle bakıyor, hangi dilde söylenirse söylensin anlaşılacak "İnsanlık ölmemiş demek," bakışıyla beni hayranlıkla süzüyordu. Doğrusu orada olmamın tek nedeni çocuğun bana ne sorduğunu öğrenmek arzumdu, ama artık bunu söylemeye cesaret edemeyeceğim bir noktaya savrulmuştum ve bundan ötürü de rahatsızdım. Neyseki bu durum uzun sürmedi. Çocuk ağır zatürre geçiriyordu ve ziyareti yasaklanmıştı. Daha sonra bekçi Mehmet'in anlattıklarından özetle bana yapılan çeviriden anladığım kadarıyla, beş çocuğunu asgari ücretle geçindirmeye çalışan bekçi Mehmet'in başı, küçük kızı Meryem'le uzun zamandır dertteydi. Dindar bir Müslüman olan Mehmet, ekmek parası uğruna bekçiliğini yaptığı müzekilisenin ilk papazı olan St. Nicolaus'un varlığını kabul etmenin Müslümanlar için günah olduğuna inanıyordu. Ancak son yıllarda Antalya'da ev alıp, yerleşen yabancıların kendi cemaatlerindeki çocukları mutlu etmek için Noel'de Noel Baba kıyafeti giyip, armağanlar dağıtması zaten hayalperest olan küçük Meryem'i iyice yoldan çıkartmıştı. "Her ne kadar bizim dinimizde Noel Baba falan olmadığını söylesem de çocuk işte, anlamıyor bir türlü. Baktım çok üzülüyor, yemekten içmekten kesildi, o kadar yani... Annesiyle dişimizden tırnağımızdan artırıp, bizim Ramazan Bayramı'mızda plastik bir bebek aldık buna, ama elini bile sürmedi; ille Noel Baba'dan armağan istiyor, 'Noel Baba neden beni sevmiyor baba?' diye ağlayıp duruyor, 'Noel Baba, Müslüman çocukların ermişi değil, diyoruz, yok, anlamıyor işte..." Bağnazlık kötü şeydir, diye aklımdan geçiyordu ki, Mehmet ekledi: "Beyim şimdi sizin çocuklar bizim Hıdırellez bahar bayramında Hz. Hızır Efendi için ateşten atlamak istese, n'aparsınız yani?" Ne yapayım, nutkum tutuldu. Bu olaydan sonra Antalya'da geçirdiğim her akşam, bekçi Mehmet beni otelimde ziyarete geldi. Her akşam iş çıkışı bir minibüsle Demre'den 140 km. yol kat edip otele geliyor, lobide beni bekliyor, otel personelinden birinin çevirisiyle bana Meryem'in sağlık durumu hakkında bilgi veriyordu. Meryem'in durumunda bir iyileşme yoktu. Önce bu ziyaretlere ses çıkartmadım ve onun bu oyunu sürdürmesine izin verdim ama ertesi gün soğuk ve karanlık şehrime, yalnız ve sessiz evime döneceğimin akşamında artık dayanamadım ve ona zengin biri olmadığımı, benden maddi bir çıkar beklememesini söyledim. Bunu duyan bekçi Mehmet, tokat yemiş gibi sarsıldı, eridi, iyice küçüldü. Sözlerimden o kadar incindi ki, neredeyse ağlayacaktı. Onun halini görünce utandım ve benden maddi bir çıkar beklemediğini anladım. Peki o zaman benden ne istiyordu? Türkler, hassas oldukları konuları; aşkı, acıyı, kederi ve parayı açık açık konuşmayı sevmiyor galiba? Belki de eğlence ve kahramanlık konularında aşırı şamatacı olmaları da bu yüzdendir? "Bak Beyim, Allah senden razı olsun, kızımla ilgilendin, gönlümüzü hoş tuttun. Senden bir şey istediğim doğrudur ama Allah Kuran çarpsın ki; bunun para pulla ilgisi yoktur! Ya beyim, Allahaşkına şu benim deli kızım Meryem'e Noel Baba olmadığını söyle gitmeden, insafına kaldım ya!" Şaşırma sırası bana gelmişti. Noel'e ait her şeyden kaçmak için Noelsiz bir ülkeye kaçıp gelmiş olan benim en son olabileceğim şey Noel Baba'ydı ve anlaşılan ben çoktan o olmuştum! Neler saçmaladığını sordum Mehmet'e canım sıkılarak. "Ya sen hiç aynaya bakmaz mısın beyim? Başında aynı Noel Baba şapkası, sakalların aynı onunki gibi, neredeyse bizim Demre'deki heykelin tıpatıp kopyası olarak benim hayalci kızımın karşısına dikilmişsin, artık ölse inanmaz Noel Baba'nın yaşamadığına bu benim inatçı kız Vallahi!" diye umutsuzca inledi Mehmet. Durup heykeli düşündüm. "Yok artık!" dedim ama uzun ve yapılı bedeniyle pekâlâ kardeşim olacak kadar bana benziyordu o heykel adam. Sonra tıraş olmadığım için hafif uzamış azıcık kırlaşmış sakallarım ile denizden yeni çıktığım için ıslak olan saçlarımı örttüğüm kapşonumla... Evet, olabilir, ben pekâlâ Demre'deki St. Nicolaus'un ta kendisi gibi görünmüş olabilirdim küçük Meryem'e... O gece yeni yıl gecesiydi ve kaldığım otelin lobisi ve lokantası Türkler'in 80 yıldır kutladığı yeni yıl eğlencesi nedeniyle Noel gibi süslenmişti. Her tarafa renkli kâğıtlar, fenerler asılmış, hattâ otelin lobisine dev bir plastik Noel ağacı bile konmuştu. Tarihi yedi gün kaysa da galiba artık dünyada Noel çılgınlığından kaçacak yer kalmamıştı! Canım sıkılmış olarak bu süslere gözüm takılmıştı ki, Mehmet: "Ah beyim, bak şu yüce Allah'ın işine ya! Bu yıl yeni yılla Kurban Bayramı aynı tarihe denk geldi. Şimdi kendini bilmez günahkâr Türkler burada sabaha kadar gavurlar gibi içip, dans edip, sözde eğlenecek, yarın da erkenden bayram namazına gidecekler, tövbe tövbe!.." dedi öfkeli bir sesle. Ben şaşkınlıkla "Yarın Müslüman Bayramı mı?" diye sorunca resepsiyonistle beraber ikisi de başlarını salladılar. "Harika!" dedim buz gibi bir sesle. Bekçi Mehmet, hasta kızına Müslüman Bayramı'nda armağan getiren bir Noel Baba'yı reddecek kadar tutucu olamazdı herhalde. Kaldı ki Türkler'in yeni yılla özdeşleştirdiği Noelimsi eğlenceyle Müslüman Kurban Bayramı'nın bu yıl denk gelmesinin sorumlusu da ben değildim. Uçağımın kalkmasından dört saat önce elimde bir kutu çikolata ve su geçirmez pahalı saatimden oluşan armağanlarımla Meryem'in yattığı hastanedeydim. Beni tanıyan kadın doktor, kırık bir İngilizce'yle Meryem'in durumunun ciddiyetini koruduğunu, onu Ankara'daki daha donanımlı bir hastaneye göndereceklerini anlattı. Ne yalan söyleyeyim, Noel Baba olduğumu sanan dünyadaki tek çocuğun hayatının tehlikede olması içimi burktu. Yalnızca kapısından içeriye kafamı uzatma izni alabildiğim Meryem yatağında iyice küçülmüş, baygın gibi uyuyordu. Onun için tıraş olmadığım sakallı başıma kapşonumu geçirdim ve kapıdan ona bütün gece onlarca kez çalıştığım cümleyle seslendim: "Meryeem, Merhaba Meryem! Noel Baba Bayramı bugün!" Ama o hiç kımıldamadı. Biraz bekledim, birkaç kez aynı cümleyi yineledim, hiçbir hareket yoktu. Tam çıkıyordum ki, gözlerini açtı, bana baktı ve bana gülümsedi. Hiç tanımadığım küçük bir kızın gülümsemesiyle mutlu olacağıma hayatta inanmazdım ama oldum, oldum işte! Uçağım havalanıp, aşağıda küçülen Antalya'yı neredeyse romantik duygularla seyrettiğimi fark ettiğimde ve yüzüme aptalca asılı kalmış gülümsemenin Meryem'in gülümsemesi olduğunu anladığımda Antalya'ya tekrar döneceğimi de anladım. Eğer Meryem hayatta kalmak için direnir ve bunu başarırsa, gelecek Noel'de ben de onu Demre'de tekrar ziyaret edebilirdim pekâlâ. Bekçi Mehmet'in telefonunu yazdığı kâğıdı açtım, içinde Meryem'in gülüşü varmış gibi özenle cebime yerleştirdim yeniden. Yeniden...
* (Ermiş Nicolaus'un Meryem'i)
İstanbul Ocak 2006-Ekim 2007
Yayın tarihi: 30 Aralık 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/12/30/pz/haber,195848DBF4A44D44B9A4233F9054BDE7.html
Tüm hakları saklıdır.