Bugünden itibaren dış politikada bir dizi gerilimi göğüslemek zorunda kalacağımız sıkıntılı sürece giriyoruz. Türkiye çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma vizyonunun gereği olarak kendini hep Batı'nın ayrılmaz parçası olarak gördü ve dış politikasını ABD ve Avrupa ile sıkısarsılmaz bağlar temeline oturttu.
Ancak şimdi bu iki temele de su yürümeye başladı. ABD ile ilişkiler Başbakan Erdoğan'ın ifadesiyle "İnceldiği yerden kopsun" noktasına dayandı.
Benzer tarihi bir çıkışı 1964 ilkbaharında Başbakan İsmet İnönü yapmıştı: "Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini alır."
Ancak
günümüz dünyası ve Türkiye-ABD ilişkileri, İnönü'nün o resti çektiği dönemden o kadar farklı ki... 1964'te kapitalist Batı'ya karşı sosyalist Doğu seçeneği vardı. İnönü de zaten o seçeneği ima etmişti. (Bir süre sonra hükümetten düşürülmesi de, kimilerine göre bu şantajının sonucuydu. Tıpkı Adnan Menderes'in 1960 Temmuz'unda yapmayı planladığı Moskova ziyaretinin arefesinde darbeyle devrilmesi gibi.)
Ayrıca o tarihte Soğuk Savaş hüküm sürüyordu dünyada ve Türkiye, Sovyet yayılmacılığının önündeki set olarak ABD için olağanüstü önem taşıyordu. Bugün, Başkan Bill Clinton'un 1999'daki Ankara ziyareti sırasında Meclis'te yaptığı konuşmada ortaya attığı
"Stratejik ortaklık" tanımına rağmen, Washington'da 1964'teki kadar önemli görülmüyoruz. Ermeni tasarısının sözde paniklettiği Beyaz Saray'ın Türkiye'nin İncirlik'i geçici veya kalıcı olarak kapatması olasılığına karşı Irak ve Afganistan'a yeni ikmal merkezleri olarak Ürdün, Kuveyt, Güney Irak'ı düşünmesi, Ankara'nın misillemelerinin "Sadece kısa vadede zarar verebileceği" sonucuna varması, 1964'ün aksine artık pek de vazgeçilmez konumda bulunmadığımızı gösteriyor.
ABD üstelik bir süre sonra Türkiye'nin yerine daha kalıcı seçeneklere kavuşacak: Bulgaristan'daki üsler ile Kuzey Irak'ta yapımı devam eden (Bir Türk firması inşa ediyor) 50 bin asker barındırabilecek devasa tesis.
AB cephesinde durum Gelelim Avrupa'ya.
ABD ile krizin gölgesinde kaldığı için pek fark edilmiyor ama AB ile ilişkilerde de bir dizi deprem kapıda. Örneğin bugün Avrupa Parlamentosu'nda Avrupa Ermenileri Federasyonu'nun iki günlük kongresi başlıyor. Avrupa Parlamentosu'nun 20 yıl önce, 18 Haziran 1987'de soykırımı tanıyan bir karar aldığını, böylece Ermeni iddialarının uluslararası platformda kabul gördüğü ilk kurum olarak tarihe geçtiğini hatırlatalım. 28 Şubat 2002'de ve 1 Nisan 2003'te bu kararını teyit eden, dahası Türkiye'nin soykırımı tanımasını AB üyeliğinin ön koşulu yapan bu parlamentoda iki gün boyunca Ankara'ya verip veriştirilecek. Ne yapacağız?
Bitmedi. Önümüzdeki ay, 6 Kasım'da, AB Komisyonu, Türkiye İlerleme Raporu'nu yayınlayacak. AB Haber sitesinin açıkladığı
taslak metinde bir değişiklik olmazsa, hayli sert ve eleştirel üslupta hazırlanan raporda Kürtler'den "Azınlık" diye söz ediliyor ve haklarının o çerçevede tanınması isteniyor. Ne yapacağız? ABD'den sonra AB'ye de mi "İnceldiği yerden kopsun" diyeceğiz? Erdoğan'ın başbakanlığındaki 60'ıncı Hükümet Programı'nda dış politikanın temel ilkesi şöyle tanımlanıyor: "Türkiye'yi krizlere tepki veren savunmacı bir ülke konumundan çıkararak, bölgesel ve küresel vizyonu ile gelişmeleri yönlendirebilen belirleyici bir aktör haline getirmek."
Dünyaya güçlü, soğukkanlı, kendine güvenen ve güvenilir devlet izlenimi vermek istiyorsak, bu ilkeyi hatırlamanın tam zamanı...
Yayın tarihi: 15 Ekim 2007, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/10/15//haber,AA43DD842C384EED911D4A73D5687EED.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.