Yaz boyunca kulağım bahçemde oldu. Her gece gövdelerine sarılıp öptüğüm başları göğe eren akasyalarımda, çamlarımda, çınarlarımda, sedirlerimde... Kulağım kirişte, hep bir ses bekledim. Bir türkü. Ama "Çıt" çıkmadı. Sonunda gerçeği kabullenmek zorunda kaldım:
Artık ağustos böceği yok. Tedirgin oldum. Eşime anlattım. Yüzünde hüzün gölgeleri dolaştı.
Nice zamandır beklediğim yağmur hafta içinde kısa süreli de olsa toprakla buluştu. Damlalar diner dinmez bahçeye fırladım.
Yağmur sonrası huzur kaynağı dostlarım salyangozları aradım. Köşe bucak. Biri bile o ulvi randevuya gelmemişti. Oysa daha bir yıl önce her yağmur sonrası onları hoyrat ayaklardan korumak için saatlerce uğraşırdım; her birini avucuma alır, öper, yoldan uzak yerlere bırakırdım.
Onu da eşime anlattım. Bu kez dinlemekle yetinmedi, kendi gözlemini aktardı:
"Ya kurbağalar? En son ne zaman gördün onları?" Belleğimi zorladım, galiba en son iki yıl önce bahçemde zıplamışlar, süs havuzunun kıyısından muzip bakışlar fırlatmışlardı.
Yaşamı, doğayı paylaştığım diğer dostlarımı anımsadım, ürküntüm dehşete dönüştü:
Kertenkeleler de artık görünmüyor. Kırkayaklar da. Solucanlar da. Bir zamanlar uzaklardaki kovanlarından nefes nefese gelen, çiçeklerimle vals yapan, arada bir köpeklerimin burunlarını şişiren, sonra mutlulukla yuvalarına kanat çırpan arılar da. Hatta bahçemde ışık hızıyla önümden gelip geçen yılanlar da yok... "O yüzden mi çiçeklerimiz renklerini, ağaçlarımız gölgelerini yitirdiler" diye sordum eşime. İlahi bir sırrı paylaşıyormuş gibi fısıldadı: "Karıncalara bak, anlarsın."
Baktım. Kuşlara, kedilere, kirpilere verdiğim yiyeceklerden arta kalanlara on binlerce karınca üşüşmüştü. Telaşla, zamana karşı yarışarak ve kusursuz bir iş bölümüyle ne var ne yok yeraltındaki depolarına, silolarına taşıyorlardı.
"Eskiden yiyecek kırıntılarına bu kadar kalabalık üşüşmezlerdi" dedim eşime. Yüzüme baktı ve tane tane konuştu:
"Anlamıyor musun, bir kışlık, bir yıllık değil, çooook uzun bir dönem için yiyecek stokluyorlar." Kaçınılmaz sonun eşiğinde Donup kaldım. Tıpkı eski kışlarda buz tutan göllere düşenler gibi.
Sonra 1884'te Seattle kabilesi reisinin ABD Başkanı Grover Cleveland'a yazdığı mektubu anımsadım:
"Kuşlar nerede? Yok. Ya kartal? Yok. Yaşamın sonu, ölümkalım savaşının başı." Tabii ya. Tabii ya. On yıl kadar önce bir bilimsel dergide okumuştum. Ya "Nature" olmalı, ya da "Science";
doğanın insanı sırtından atmaya hazırlandığı anlatılıyordu.
Sonra insansız dünyayı düşündüm; ne borsa, ne tüketim çılgınlığı, ne yok olan ormanlar, ne "Mönü" zenginliği ve "Yeni tatlar" adına her gün daha çok sayıda ve daha geniş tür yelpazesinde katledilen hayvanlar, ne füze kalkanı, ne kitle imha silahları, ne El-Kaide, ne medeniyetler çatışması...
Hiçbiri olmayacak. Ama kurbağalar, ağustos böcekleri, kertenkeleler, sincaplar olacak. Kim bilir belki de yok ettiğimiz türler de dönecek. Hazar kaplanı, Anadolu leoparı, Tasmanya kurdu, çizgili sırtlan ve niceleri...
Ve sık ormanlar. Ve yaralarını sarmış ekosistem. İç çektim; "Kim bilir ne güzel bir dünya olacak." Eşim araya girdi: "İnsan topraktan gelip toprağa gideceğini unutmasaydı, doğa onu sırtından atmayı düşünmezdi."
Bahçeye çıktım. Ne bir böcek sesi, ne bir yaprak hışırtısı. Cahit Sıtkı Tarancı'nın dizesini mırıldandım: "Gittikçe artıyor yalnızlığımız." Türümüzün yok oluşundan evrensel zaman birimiylebirkaç saniye öncesinin kahreden yalnızlığı...
Yayın tarihi: 2 Eylül 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/09/02//haber,992C3733BCE14925875722B62E202391.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.