1. Bir süre arabayı park edecek uygun bir yer arıyorlar. Aralarında konuşma bile denemeyecek kopuk birkaç cümle geçiyor sadece. İkisi de tutuklar, nasıl davranacaklarını bilemiyorlar. Sonunda uygun bir yer bulmanın hoşnutluğuyla yatışıyor yüzü, "Burası iyi değil mi?" diye göz kırpıyor direksiyon kırarken. Bir iş başardığında bıçkın gülümseyenlerden. Bıyığının siyahı, dişinin beyazını ışıtıyor. "Güzel burası," diye onaylıyor onu, yüzünde mahçup bir gülümseme. Kontağı kapatıyor. Arabanın tavan ışığını önce kapatıp sonra açıyor. "Böylesi daha iyi," diyor, "yüzünü görürüm hiç olmazsa." Göğün yıldızlarına da, şehrin ışıklarına da tepeden bakıyorlar şimdi. Her ikisine de aynı uzaklıktalar. Körfezin ışıl ışıl suları da cabası. "Nereye gidersem gideyim, sonunda hep İzmir'e dönerim," diyor, "Sade İzmir'i değil, dünyayı seyrederim buradan." Sözcüğün tadını çıkarırcasına ekliyor: "Kadifekale'den." Sadece dinliyor öteki. Hem onu, hem içini. "Anlat bakalım," diyor dikiz aynasını düzeltirken, "biraz da sen anlat." Kısa kollu gömleğinin aralığından hoş bir ter kokusu yükseliyor kolunu aynaya uzattığında. Çok eski bir hatıra gibi burnunun direğini sızlatan bir koku bu. Annesinin 'esmer koku' dediği şeyin bu olması gerektiğini düşünüyor. "Ne anlatayım?" "Ne bileyim, sen de bir şeyler söyle işte..." "Bu yıl okul bitiyor," diyor, bir şey söylemiş olmak için. "Güzel," diyor, "okumalı, adam olmalısın. Bak biz haylazlık ettik zamanında, şimdi direksiyon sallıyoruz akşama kadar, yapılacak iş değil!" Sanki bir akranıyla kahvede çene çalıyormuş gibi konuşuyor kendisiyle; bu yalancı eşitlik hoşuna gidiyor. Göğe, denize, Karşıyaka'nın ve körfezin ışıklarına taze gözlerle bakıyor. Uzanıp dizine koyuyor elini, belli belirsiz okşayarak, "Kızlarla aran nasıl bakalım?" diyor. Erkek erkeğe konuşmanın özel sesiyle söylüyor bunu. Gamzesi çukurlaşıyor bunu söylerken, çapkınlaşıyor. Verecek cevabı yok. Gözlerini kaçırıyor. Kolunu omzuna dolayıp, hafifçe kendine çekerken omuz başını erkekçe bir havada sıkıyor, "Utanma," diyor, "kızlar iyidir, kızlar," diyor, "Eminim, sen de iyisindir bu konuda." Teninin kokusunu alıyor bir kez daha. Baba kokusunun bu olması gerektiğini düşünüyor. Birden Körfez'den kopup gelen rüzgâr dolduruyor arabanın içini. "Bak işte bu rüzgâr hiçbir yerde yoktur," diyor, "Hey yavrum, 'İzmir'in imbatı' derler buna, askerdeyken Erzincan'ın dağında bile burnuma kadar gelir, yüreğimi sızlatırdı meret. Bazen insan bir kokuya sebep, döner gelir aynı yere." Dönüp yüzüne bakıyor; neye kırıldığını anlamadan kırgın bakıyor. "Ne oldu? "Hiiç." "Bir tuhaf baktın da..." Üzerinde durmamaya karar verip "Neyse, peki," diyor, "Koca adam olmuşsun ha! İnanamıyor insan. Bu yıllar nerede geçiyor yaa..." Pantolon üstüne çıkardığı tişörtünün eteğini burup duruyor. O her böyle yaptığında, "Bizim oğlan tütün sarıyor gene," diyerek eğlenir annesi onunla... "Evde herkes iyi mi?" Evet anlamında başını sallıyor. "Beni nasıl buldunuz peki?" "Ablam araştırıp duruyordu. O buldu." Sessizlik oluyor. İkisi de bir süre dışarıyı seyrediyorlar bir şey konuşmadan. "Bana kızıyorsun değil mi?" diyor. Beklenmedik bir hızla değişiyor sesi, bakışlarına şefkat iniyor. "Biliyorum, hepiniz kızıyorsunuz. Haklısınız da. Herkes haklı. Herkesin haklı olduğu durumlar, en boktan durumlardır. Kızmayın bana. Anan da kızmasın. Ben ne koca olacak adamdım, ne baba! Bir yaşa gelince zorla evlendiriyorlar adamı. Evlilik hiç bana göre değil. Bana sorarsan kimseye göre değil ya, başka bir şey öğrenmemiş insanlar. Biz de denedik. Olmuyor işte. Hamurumda yok benim. Ben bir saat sonra ne yapacağımı bilmem; gittiğim yerden kaçta kalkacağımı bilmek istemem. Böyle işte! Ee, bir şey demiyorsun?" "Ne diyeyim?" "Beni anladığını söyle mesela." Aradığı sözler oradaymış gibi körfeze dönüyor yeniden bakışları. Yıllardır içinde bekleyen kelimelerin nereye gittiğini bilmiyor. "Hava ne güzel değil mi?" diyor. Elini pencereden çıkarıp havaya değiyor. Dokunur gibi gezdiriyor elini havada. Sesi tatile çıkacakmış gibi. "Yaz gibisi var mı?" diyor. "Biz seni öldü sandık." Gülüyor. "Benim gibiler kolay ölmez merak etme," diyor, "Sürünmenin cezası daha ağırdır." Ceketinin ceplerini karıştırırken "Sigara falan içmiyorsun değil mi?" diyor. Başını "Hayır," anlamında iki yana sallıyor. "İyi," diyor, "ne kadar geç başlarsan, o kadar iyi." Kendi bir tane yakıp, dumanı dışarı veriyor. İnce uzun esmer parmakları var. Filmlerdeki adamlar gibi biçimli içiyor sigarayı, diğer eli direksiyonu kavrıyor. Omzunu kırarak oturuyor direksiyonun başında, konuşurken arada bir kaşı kendiliğinden havaya kalkıyor. "Adını seviyor musun bakalım?" Sesini bir perde yükseltip "Bahri!" diyor. "Anlamadım." "Adını diyorum, adını beğeniyor musun? Babamın adıydı, sana verdik. Bahri! Denizciymiş dedem, denizde kaybolmuş. Bizim ailenin erkekleri, hep bir yerlerde kaybolur zaten. Babamın adını da buna sebep Bahri koymuşlar. İyi adamdı." Babası bu sözlerle karşısında canlanmış gibi bir an boşluğa inanmaz gözlerle bakıp iç çekiyor, "Nereden de andım şimdi?" Körfezden geçen ışıklı teknelerden kopan sesler yükseliyor bulundukları tepeye kadar. Kulak kabartıyor, bu uzak sesleri dinliyorlar, uzaktaki kalabalığa karışıyor içlerinin bir yanı. "Bana çekmemişsin," diyor, "mesela ben çok konuşurum, sen suskunsun. Anan da böyleydi gözleriyle konuşurdu o. Baktıkça, kendini suçlu hissederdi insan. Ama iyi kadındır, onu üzmeyin ha! 12 oldun mu sen?" "Kasımda 14 bitiyor." İçinden yılları sayıyor. İki yaşından ne hatırlar bir çocuk, ne kadar hatırlar, merak ediyor. Meğer 13 yılda ne kadar da büyürmüş insan evladı! Neye hayıflandığını bilmeden ağzını kısarak, "Zaman nasıl da geçiyor vay be," diyor. Arabanın ön camına konacakmış gibi alçalmış birkaç kuş kanat çırparak geçiyor üzerlerinden. "Hava ne güzel değil mi?" diyor tekrar, "Şeytan bırak taksiyi durağa, çek git," diyor. Birden heyecanlanan Bahri, parmağıyla gökyüzünü gösterip "Bak, bak! Yıldız kaydı gördün mü?" diyor. Cama doğru eğilirken başları yakınlaşıyor. Çocukluğundan beri, gökyüzünde bir yıldızın kaydığı o çok kısa zaman parçasını yakalamayı severdi. Az önce kayan yıldız, sanki bu özel gecenin bir eksiğini tamamlıyor, içini bu ana ilişkin bir sihir kamaştırıyor. Dönüp, "Ne güzel seviniyorsun sen öyle!" diyor Bahri'ye... "Çocuk gibi... Ne güzel!" Göz göze geliyorlar. Bir an. İlk kez bu kadar uzun bakışıyorlar. İlk kez gözleri birbirini kabul ediyor. Ona sarılmak, yüzünü, gözünü öpmek, koklamak, içini çeke çeke kucağında ağlamak istiyor Bahri. İçindeki bıçak izin vermiyor. "Bir dilek tuttun mu bari?" diyor. "Tutamadım, hemen kaydı sana gösterirken," diyor. "Bir dahaki sefere dilek tut," diyor. "Eskiden çok tutardım, ama çıkmıyor." "Birden gözün kırgın baktı gene," diyor, "Kızma bana n'olursun! İnan baban olmasam, severdin beni, hergele adamımdır, kafa dengiyimdir. Bakma anan da severdi beni. Ama bilirim kendimi, serseri ruhluyumdur ben. Çabuk sıkılırım her şeyden. Kimseye ne hayrım dokunur, ne zararım. Böyle olsun istemedim. Kim böyle olsun ister ki? Ben kendime sığamıyorum oğlum, Eşrefpaşa'ya nasıl sığarım?" Ona ilk kez "Oğlum," diyor. Birden içini fazla açtığı hissine kapılıp eli arabanın kontağına gidiyor, "Daha konuşuruz bunları seninle, hadi Pasaport'a inip birer çay içelim," diyor. Pasaport'ta çay içiyorlar. Bahri okulundan, arkadaşlarından anlatıyor biraz. Maçlardan konuşuyorlar. Ayrılırken "Farkında mısın bütün gece bir kere bile 'baba' demedin bana," diyor. "Bilerek değil. Zamanla derim. Bir kerede olmuyor." Yara almış gibi gülümsüyor, "Tamam," diyor. Bahri, babasının çok yakışıklı bir adam olduğunu, hiçbir zaman onun kadar yakışıklı olamayacağını düşünüp güceniyor. "Durağın yerini biliyorsun, buralardayım artık, canın ne zaman isterse ararsın. Ben de ararım tabii, telefon numarası, adres var artık nasılsa, anana, ablana selam söyle, herkesin gözlerinden öperim." Sonraki günler bir türlü eli, ayağı gitmiyor aramaya. Babası da aramıyor. Çok sonra bir gün, "Bir ara İskenderun'da olduğunu duymuştuk. Sonra 'Söke'ye yerleşmiş,' dediler ya, kulak asmayın! Kim bilir nerdedir?" diyor taksi durağındakiler. Babasını ilk ve son görüşü oluyor bu. Sonra okumaya İstanbul'a gidiyor.
2. Arabayı park ettikten sonra "İşte burası!" diyor Orkun, "Meşhur Çamlıca Tepesi burası!" "Niye buraya geldik?" "Niyesi var mı? Kaç yıl olmuş İstanbul'a geleli, daha bir kere bile görmemişsin burayı," diyor. Elini uzatıp yanağına dokunmak isterken, diğeri kendini hafifçe geri çekiyor. Bu gece üzerinde bir durgunluk var zaten; üstelemiyor. "Çay söyleyeyelim mi, arabaya çay getiriyorlar," diyor. "İstemem. Bütün gece sürekli bir şeyler içtik zaten." "Şehre bir tepeden bakmak iyidir," diyor düşünceli bir sesle. "İçinde yaşarken görmediklerini görürsün." "Kucağında kapağı dönük duran kitaba takılıyor gözleri... "Ne okuyorsun?" "Senin verdiğin kitabı." Yakından bakması için uzatıyor. Raymond Carver. Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz. "Beğendin mi peki?" "Evet, duru... saydam... az konuşan hikâyeler..." Denize, gökyüzüne, Boğaz'dan geçen gemilerin ışıklarına dalıyorlar bir süre, İstanbul'un uğultusunu dinliyorlar. Arada bir başını çevirip ona bakıyor Orkun. Gözlerini görmek istiyor. Konuşan gözlerini... "Sen niye kendi adını kullanmıyorsun?" diye soruyor ona, "Deniz dedirtiyorsun." "Deniz daha güzel," diyor. "Bahri de güzel ama..." diyor. Cevap vermiyor. Orkun konuşmadıkça aralarındaki sessizlik dolgunlaşıyor. Elini camdan dışarı çıkarıp dokunur gibi havayı elliyor Orkun. "Hava ne güzel değil mi?" diyor. Birden sanki uzaklardan kopup gelmiş imbat kokusu geliyor burnuna. "Evet," diyor içini çekerek, "yaz gibisi var mı?" "Ee, nasıl buldun bakalım Çamlıca Tepesi'ni?" "Bütün tepeler aynı," diyor, "Sadece rüzgârları değişiyor." "Sen ne konuşacaktın benimle bu gece?" "Boş ver," diyor, "başka zaman konuşuruz." "Telefonda acil bir şeymiş gibi çıkıyordu sesin." "Dedim ya, sonra konuşuruz. Çok önemli değil." "Söyle ama, merak ettim." "Merak edecek bir şey yok," diyor, "Hem havamda da değilim. Başka zaman..." "Peki, sen bilirsin," diyor Orkun. Gene bir süre konuşmadan denize, karşı kıyının ışıklarına, gökyüzüne, yıldızlara bakıyor Deniz. İçini tartıyor. Ayrılmak istediğini söylemek için, bu gecenin uygun olmadığını düşünüyor; sonra yıllar önce sorulmuş bir soruya karşılık verir gibi, "Sahiden çok güzel hava," diyor. "Yaz gibisi var mı?" 5-7 Ağustos 2007
Yayın tarihi: 26 Ağustos 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/08/26/pz/haber,E68DD53F98094EFDB1D58016C8FF87BB.html
Tüm hakları saklıdır.