Dünya sanatsal sinemasının bir yıllık kaymağını sunan Cannes Film Festivali'nde, temelde göze çarpan birkaç tür film var. Bunların bir bölümü, aslında neredeyse yalnızca festivaller sayesinde ayakta kalan, filmleri son derece özel ve önemli sanatsal nitelikler taşısa da kitlelere pek ulaşmayan yönetmenler. Hemen söylemek gerekir, bunlar bu yıl genelde kötü bir sınav verdiler ve filmlerini en has sinema yazarlarına bile pek onaylatamadılar. İşte birkaç örnek...
Dönüş filmiyle tanıyıp sevdiğimiz Rus yönetmen Andrei Zviagintsev'in yeni filmi
The Banishment/Yasaklama; küçük ama sadık bir hayran kitlesine sahip özgün Macar yönetmeni Bela Tarr'ın büyük güçlüklerle tamamlayıp festivale yolladığı Georges Simenon uyarlaması
Londralı Adam ve ilk iki filmiyle parlak bir çıkış yapan Meksika sinemasının harika çocuğu Carlos Reygades'in yeni filmi
Sessiz Işık. Her üç filmin de ortak özellikleri var: Son derece uzunlar, son derece ağır bir anlatımları var, biçim ve görsellik açısından son derece zenginler. Ayrıca ne anlatırlarsa anlatsınlar, sanki bir sinema klasiği olmayı kafalarına koymuş biçimde; çok iddialı öykülerden, soylu temalardan, insanoğlunun serüveni üzerine kimi zaman din kitaplarını veya klasik trajedileri referans alan felsefi yargılamalardan uzak kalamıyorlar. Ama yine ortak biçimde, bu peşinen yüksek konmuş çıtalar filmlere zarar veriyor. Her üç film de görülüp tartışılmayı hak ediyor elbette, ama gerçek bir başarıdan söz etmek zor. Üstelik seyri büyük sabır da isteyen bu filmlerden
The Banishment'ı yine de diğerlerinden biraz ayırdığımı söylemeliyim.
KİMİ YARIM BAŞARILAR
Bazı filmler aslında ilginç, hatta hayli başarılı. Ama bir Cannes yarışmasına yakışıyor mu, tartışılır. Örneğin İsrail filmi, babalarını birden yitiren bir ailenin geçirdiği büyük bunalımı ve bir bölümünün en koyu biçimde dine sığınmasıyla yaşadığı bölünmeyi anlatıyor. Ancak Raphael Nadjari'nin
Tehilim/İlahiler adlı bu filmi, genelde Yahudi kültürü ve ruhu denen şey üzerine bizi çok iyi aydınlatmasının dışında, pek önemli bir sinema yapıtı değil. Gus Van Sant,
Paranoid Park'ta bir romandan yola çıkarak, yine melek yüzlü liseli kahramanlarından bir diğerini karşımıza getiriyor ve istemeden korkunç bir cinayet işleyen genç çocuğun yaşadıklarını anlatıyor. Tümüyle bir deneysel film ya da bir şiir gibi çekilmiş, büyük ölçüde görüntü ustası Christopher Doyle'un cambazlıklarına dayanan, ama sonuç olarak yönetmenin başyapıtı
Fil'in havasını taşıdığı halde ona pek bir şey katmayan bir film... Julian Schnabel, farklı yankılar yapan filmi
Dalgıç Giysisi ve Kelebek'te gerçek bir dramdan, araba kullanırken birden felç geçirip paralize olan ve yalnız bir gözüyle konuşabilen (!) ünlü bir gazetecinin öyküsünden yola çıkarak, bize iç burucu, ilginç ama sonunda klişeleri ve de melodramı ıskalamayı çok başaramamış bir film sunuyor. Göremediğimiz Kim-Ki Duk filmi
Nefes de sonuç olarak yönetmenin geçmişteki işlerine kıyasla pek tutulmadı.
TARANTINO BİLE DÜŞLERİMİZİ KIRDI
David Fincher'in
Zodiac'ını pek tutmadığımı yazmıştım. Bu tür bir hayal kırıklığını kendi adıma yeni Tarantino filmi
Death Proof/Ölümsüz için de yaşadım.
Death Proof, Tarantino'nun aslında ABD pazarı için yoldaşı Robert Rodriguez'le çektiği, çok uzun olmayan ve birlikte gösterilen iki filmden birini, Cannes için biraz daha uzatmasıyla oluştu. Film; çarpışmaya, demek ki ölüme karşı donanımlı koca siyah arabasıyla trafiğe çıkıp, gelip geçenlere, özellikle de kadınlara ölüm saçan geçkin yaştaki bir eski film dublörünün (Kurt Russell) ve ona karşı çıkan dört becerikli genç kadının öyküsünü anlatıyor. Üstadın hayranı olduğu eski B sınıfı ucuz Amerikan filmlerine bir saygı duruşu gibi film... Ama
Ucuz Roman gibi bir başyapıt ortaya çıkaran bu tutum, bu kez işe yaramıyor. Gördüğümüz, yine Tarantinovari uzun ve anlamsız konuşmalarla bezeli, gerçekten ucuz ve çocuksu bir macera. Eski çizgi romanları okumak veya gerçek B sınıfı filmleri izlemek daha eğlenceli bile olabilir! Avusturyalı marjinal ve skandalsever yönetmen, Michael Haneke'nin takipçisi olarak bilinen Ulrich Seidl ise yeni filmi
Import Export'ta, insanı gerçekten bunalıma ve umutsuzluğa sürükleyen bir filme imza atmış. Kabaca, günümüzün Viyana'sı ve bu kente göç eden Ukraynalıların öyküsüne odaklanan film; karşımıza eski sosyalist ülkelerden, hatta ileri ülke Viyana'nın arka mahallelerinden öylesine inanılmaz bir sefalet içeren görüntüler getiriyor ki, insanın içi kalkıyor. Ve yönetmenin ustalığına şapka çıkarırken, niyetinin iyiliğine ve mesajının içtenliğine inanmak biraz zorlaşıyor. Hatta Haneke'den de çok daha fazla!... İşte Cannes'ı izleyememiş olan sinemaseverleri bir anlamda mutlu edecek olumsuz eleştiriler ve düş kırıklıkları sergilemesi. Bence iyi olan filmleri ise komşu yazıda bulacaksınız.
Bugünkü Tüm Yazıları
Çok uzun, o ölçüde de sıkıcı filmler
Yayın tarihi: 26 Mayıs 2007, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/05/26/ct/haber,BFB24300AD294D3493E84D40A9FDA4A8.html
Tüm hakları saklıdır.