|
Berlin Film Festivali
|
|
Bu yıl Berlin Film Festivali'ndeki filmler iki kategoride değerlendirilebilir. İlk grup, geçmişten bugüne uzanan bir çizgi içindeki siyasal ya da toplumsal filmler. İkinci gruptakiler ise insan ruhunun derinlerine inen bireysel, hatta özel denilebilecek filmler
Berlin 2007: Tarihe veya insan ruhuna doğru yolculuklar...
Bu yıl Berlin Film Festivali'ndeki filmler iki kategoride değerlendirilebilir. İlk grup, geçmişten bugüne uzanan bir çizgi içindeki siyasal ya da toplumsal filmler. İkinci gruptakiler ise insan ruhunun derinlerine inen bireysel, hatta özel denilebilecek filmler.
Berlin festivali, şu satırları yazdığımda yarıyı çoktan aştı. Ama herkesin beklediği şaheser, ufukta henüz gözükmedi. Aslında hemen her festivalde böyle olur ve sonunda, katılanların en iyileri seçilir ya da seçilmeye çalışılır. Ve bazen zaman, bu filmlerin birer başyapıt olduğunu da gösterebilir. Festivalde iki tür film yarıştı bu yıl. Biri, geçmişten bugüne uzanan bir çizgi içinde siyasal ya da toplumsal denebilecek filmlerdi ve bazen dünün ışığında, günümüzü en önemli sorunlarıyla birlikte ele alıyorlardı. Öbür kanatta ise alabildiğine bireysel, hatta özel filmler vardı ve onların yolculuğu, tarihten çok insan ruhunun derinliklerine doğruydu. İlk guruptakilerin en iyisi, bence şu ana dek yarışmanın da en iyi filmlerinin başında gelen Stefan Ruzowitzky imzalı Die Falcher/ Kalpazanlar. Yeniden bir Nazi zulmü hikâyesi bu. Gerçeklere dayandığı bildirilen film, Hitler döneminde sahte para basmasıyla tanınan bir Yahudi'nin toplama kamplarında, Alman ekonomisini kurtarmak ve düşman ekonomilerini çökertmek amacıyla sahte pound ve dolar basmaya zorlanmasını ve bu çerçevede gelişen olayları anlatıyor. Tarihin en büyük insanlık suçu, yeniden bir Alman filmi aracılığıyla hatırlatılıyor ve tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Başroldeki tuhaf yüzlü Avusturyalı oyuncu Karl Markovics'in ödül almaması ise gerçek bir sürpriz olur. Cannes'da çifte Altın Palmiye alan ve bir Oscar sahibi Danimarkalı yönetmen Bille August'ün dönüş filmi olan Elveda Bafana da tarihe tanıklık etmek isteyen bir film. Film, Güney Afrika'nın bağımsızlık lideri Nelson Mandela'nın hapiste geçirdiği 30 yıla yakın süreye ve bu sürenin önemli bölümünde onun özel gardiyanı olan bir askerle ilişkisine odaklanıyor. Yerli dili iyi konuştuğu için bu göreve seçilen beyaz askerle zenci liderin ilişkileri yıllar boyu sürüyor ve sonunda dostlukla noktalanıyor. Askeri Joseph Fiennes, Mandela'yı ise özellikle 24 adlı dizinin tiryakilerinin ABD başkanı Palmer rolüyle tanıdıkları Dennis Haybert oynuyor. İlginç, ama biraz klişelere saplanan ve pek seçkinleşemeyen bir film. Göremediğim filmlerden The Good Shepherd/İyi Çoban, yönetmen-oyuncu Robert de Niro'nun çabasıyla CIA'in kuruluş yıllarına ve soğuk savaş döneminde olup bitenlere eğilirken, İsrail filmi Beaufort ise İsrail'in Lübnan'daki varlığıyla ilişkili siyasal bir öykü anlatıyor.
KİŞİSEL ÖYKÜLER Bunların karşısında, daha kişisel öyküler var. Yarışmanın beğenilen filmlerinden Çin yapımı Tuya'nın Evliliği, bir Moğol kadının yeni bir koca aramasını anlatırken, değişik bir mizah eşliğinde bize hiç bilmediğimiz bu ülkeden ilginç bir yansıma getiriyor. Evlilik sorunları, karısının hamileliğini öğrenmesiyle birlikte paniğe kapılan ve ortadan kaybolarak başka kimliklere bürünmeyi seçen bir adamın öyküsünü anlatan Arjantin filmi El Otro/Başkası'nın da temelindeki tema. Ariel Rotter'in filmi rahatça izleniyor, ama çok etki bırakmıyor. Yarışmanın şu ana dek en iyi filmlerinden olan Fransız Andre Techine'nin Les Temoins/Tanıklar filmi, bizi AIDS belasının ilk ortaya çıktığı 1980'li yılların başlarına götürüyor ve kahramanlarından birinin çok sempatik bir eşcinsel genç adam olduğu, çok kişili bir hikâye anlatıyor. Evli bir adamı da baştan çıkaran Manu, hastalığın ilk kurbanlarından biri olurken, etrafındaki hayatları da değiştirecektir. Ölüm, hastalık, sıra dışı cinsellik gibi ciddi konuları Fransız usulü bir zarafetle ele alan film, bence konusuna alçak bir tonla yaklaşarak başarı kazanıyor. Yönetmenin olgunluk dönemi ürünü? İn Memoria di Me/Kendi Anıma adlı İtalyan filmi, gizli eşcinselliği nedeniyle papaz olma ve kendini Tanrı'ya adama serüveninde büyük zorluklar yaşayan bir genç adamın serüvenini, gerçekten çok sağlam bir sinema diliyle anlatıyor. Saverio Costanzo imzalı ciddi, vakur bir film. Christian Petzold imzalı Alman filmi Yella, festivalin en sürprizli filmlerinden biri. Ayrıldığı çılgın kocasından sürekli tehditler alan ve yeni bir hayata başlamayı deneyen bir genç kadın, büyük bir firmaya giriyor ve kısa zamanda, genç patronun en güvendiği elemanı oluyor. Sürpriz gelişmelerle süren film, sanki ekonomi ve muhasebe temaları üzerine ustalıkla inşa edilmiş bir Hitchcock hikâyesi. Ve son derece şaşırtıcı finali de kolay unutulamaz. Bence en iyilerden. Sam Garbarski imzalı İngiliz filmi İrina Palm ise yine şaşırtıcı bir film. Bu kez, kendi halinde ve yaşı geçkin bir orta sınıf ev kadınının kendince soylu bir amaç uğruna (hasta torununun tedavisi için gerekli parayı bulmak) bir 'sex-shop'ta iş bulmasını anlatan film, alt düzeyden ve kendince sinsi ve hınzır bir mizaha sahip. Ama aynı zamanda bir hayli kaba gözükmüyor da değil. Yine de eleştirmenlerin gözdelerinden olmayı başaran filmde, bir zamanların unutulmaz şarkıcısı Marianne Faithfull'un hatırlanacak bir performası var. Jacques Rivette, Jiri Menzel, François Ozon gibi ustaların veya Gregory Nava, Zhang Liu, David MacKenzie, Li Yu gibi daha az tanınan yönetmenlerin filmleri kaldı geriye. İşte Berlin 2007'nin genel görünümü böyle. Sonuçlar yarın akşamki törende belli olacak.
ATİLLA DORSAY
|