|
|
|
|
|
Parasına güvenen kral hilâfet hayaline kapıldı
|
|
Bir kişinin "Halife" olabilmesi için, öncelikle iki şart vardır: "Kılıç sahibi olması", yani bir devletin başında bulunması ve "biat edilmesi", yani İslam dünyasınca kabul edilip bağlılığın bildirilmesi. Son Halife Abdülmecid Efendi henüz hayatta iken birçok Müslüman kral ve devlet başkanı hilâfet peşinde koşmaya başlayacak ama hiçbiri bu unvanı elde etmeyi başaramayacak ve hilâfet Abdülmecid Efendi'nin 1944'te Paris'te vefatıyla tarihe intikal edecekti.
Siz, Cemalettin Kaplan gibilerinin bundan birkaç sene öncesine kadar ortaya çıkıp da hilâfetlerini ilân etmiş olmalarına bakmayın. Halifelik asırlar boyunca zor elde edilen ve zor verilen bir unvan olmuştur ve hilâfetin ilân edilebilmesi için, öncelikle iki şart gerekir: Halifenin kılıç sahibi olması, yani bir devletin başında bulunması ve biat edilmesi, yani İslam dünyası tarafından kabul edilip bağlılığın bildirilmesi. Hilâfetin vazgeçilmez gereği olarak görülen bu iki şarta ilâve olarak bir üçüncüsünün, Hazreti Muhammed'in soyundan gelmek demek olan Kureyş Kabilesi'ne mensup olma zorunluluğunun bulunduğunu söyleyenler de vardı. Ama, hilâfet her zaman güçlüye ait oldu ve halife unvanını ya devletin sahipleri kullandılar, yahut yanlarında kukla olarak bulundurdukları kişilere verdiler. Osmanlı padişahlarının halifelik konusunda bir sıkıntıları yoktu, zira hem devletin reisi idiler, hem de İslam dünyasında gücü ellerinde bulunduruyorlardı. Ama, saltanatın 1 Kasım 1926'da kaldırılmasından ve Sultan Vahideddin'in 17 Kasım günü Türkiye'yi terketmesinden sonra, İslam dünyasında hilâfet ile ilgili bir tartışma başladı. Sultan Vahideddin hilâfeti bırakmadığını gerçi her vesileyle söylüyordu fakatBüyük Millet Meclisi, halifeliğe onun yerine Abdülmecid Efendi'yi getirmişti. İşte, hilâfetin ayrılmaz şartlarından biri olan biat yani bağlılığın bildirilmesi konusu, asırlar sonra ilk defa bu sırada gündeme geldi ve Abdülmecid Efendi'ye İslam dünyasının tamamı biat etmedi. Son Halife, bir kesimin gözünde, Sultan Vahideddin idi. Hilâfet meselesi, Müslümanlar arasında 1924 Mart'ından itibaren daha fazla konuşulur oldu. Halife memleketinden çıkartılmıştı ve hilâfet artık bir devlete sahip değildi. Bazı iktidar sahipleri devletsiz hilâfet olmaz diyerek halife olma sevdasına düştüler.
HALİFE'YE HİNDİSTAN'DAN AYLIK Peygamber vekilliğinin ilk tâlibi, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Devleti'ne karşı Arap İsyanı'nı başlatan Mekke Şerifi Hüseyin idi. Savaştan sonra halifeliğini de iddia eden Hüseyin'in hilâfetini, birkaç yakın adamı dışında kimse tanımadı. Sırada, o günlerde Mısır tahtında Kral Fuad vardı. Fuad, 1926'nın 13 Mayıs'ında Kahire'de bir Hilâfet Kongresi topladı. Kongreye kendisini destekleyen grupları davet etmişti ve hilâfetin Abdülmecid Efendi'den alınıp kendisine verileceğinin hayâlindeydi. Kongrenin hazırlıkları başladığı sırada Mekke'de bulunan Sultan Vahideddin, sert bir bildiri yayınladı, hilâfetin kendisinde olduğunusöyledi ve başkalarının "kendisine bağlı olmak" dışında birşey yapamayacaklarını hatırlattı. Ama, kongrenin başlamasından üç gün sonra, 16 Mayıs akşamı çok daha garip birşey oldu, İtalya'nın San Remo kasabasında yaşamakta olan Sultan Vahideddin hayata veda ediverdi. Kongrenin dişe dokunur hiçbir karar alamadan dağılmasından sonra Halife Abdülmecid Efendi rakipsiz kalmış ama halife adaylarının sayısı daha da artmıştı. Meselâ, o günlerde "dünyanın en zengin adamı" olan ve Hindistan'daki bağımsız Haydarabad devletinin Nizam unvanlı hükümdarı Osman Han'ın gözünün hilâfette olduğu söyleniyordu. Nizam'ın oğlu Âzam Cah, Halife'nin kızı Dürrüşehvar Sultan ile evliydi, dolayısıyla Halife ile dünür oluyordu ve Abdülmecid Efendi, Avrupa'da kendisine Hindistan'dan bağlanan aylık sayesinde rahat bir hayat sürebiliyordu.
KRAL'IN MERAKI DEPREŞTİ Nizam'ın, Halife Abdülmecid Efendi ile hilâfet konusunda yaptığı temaslar bugüne kadar bütün açıklığıyla ortaya çıkmadı. Ama aile çevreleri ve her iki tarafa da yakın olanlar, Nizam'ın hilâfeti satın alma niyetinde olduğunu, hilâfetin Hindistan'a gitmesini İngiltere'nin engellediğini anlatıyorlar. Derken aradan birkaç sene daha geçti ve Mısır Kralı Fuad'ın hilâfet merakıyeniden depreşti. Halife'nin büyük torunu Neslişah Sultan o sırada Mısır'ın son Hıdiv'i İkinci Abbas Hilmi Paşa'nın oğlu Prens Muhammed Abdülmün'im ile evlenmişti ve Kahire'de yaşamaktaydı. Neslişah Sultan, Kral'ın halifelik hayallerini öğrenince, eşine "Büyükbabam hâlâ hayatta ve Halife. Kral hilâfetini ilân ettiği takdirde tebrik etmem ve sarayın kapısından içeriye girmem" diyecekti. Kral Fuad'ın teşebbüsleri yine bir sonuç vermedi ama aynı hevese bu defa yerine geçen oğlu Faruk kapıldı. Hilâfet iddiasının "Halifelik İstanbul'a Mısır'dan gitti, şimdi geri dönüyor" düşüncesi üzerine kurmuş, hattâ bir ara sakal bile bırakmış ve elinde tesbihiyle camileri dolaşmaya başlamıştı. Ama, Kral Faruk da babası Kral Fuad gibi birşey elde edemeyecek ve "Halife" unvanı, Abdülmecid Efendi'nin hayata 1944'te Paris'te veda etmesiyle tarihlerde kalacaktı. Bütün bunları okuduktan sonra "Hilâfet günün birinde geri gelebilir mi?" diye sorabilirsiniz. Gelebilir, zira aklı evvelin biri kalkıp halifeliğini ilân edebilir ama böyle bir hilâfeti o kişinin kendi yakınları dışında kimse tanımaz ve iş sadece bir tuluat havasına bürünür, o kadar.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|