|
|
Izgara ahtapot sınıfta kaldı
Bir pazar sabahı Sabancı Müzesi'ne kadar uzanmışken, orada yeni açılan müzedechanga lokantasına gitmemek mümkün mü? Changa'nın ünü malum. Onun 'müze şubesi' olan bu lokanta da yakın zamanda ünlü bir Amerikan dergisi tarafından İstanbul'un en iyi restoranlarından biri ilan edilmedi mi? Pek özelliği olmayan bir mekân, Boğaz manzarası, kibar bir servis. Mönüye gelince... Başlangıçlar bölümünde yer alan sebze yemekleri çok iştah açıcı. Nitekim bunlardan kaparili kabak salatası ile zeytinyağlı rezene ve Ayvalık favası, harika çıkıyor. Kabak nefis, favanın bambaşka bir tadı var. Rezene denen acı soğan irisinin bu lezzete dönüşeceğini ise düşünemezdim. Aklım pazılı ekşili çorba, armutlu kereviz, asma yaprağında hellim gibi yemeklerde kalıyor. Ana yemeklerden karanfilli köfte de çok leziz. Ama ızgara ahtapot, tam anlamıyla sınıfta kalıyor. Keçi eti gibi çiğne çiğne yutulmaz bu et, böylesine iddialı bir lokanta için değil, sıradan bir meyhane için bile bir utanç olmalı. İşte böyle. Yepyeni bir yer açılıyor, ama her yemekte her zaman aynı düzeyi tutturamıyor. Ahtapot veya kalamar zaten netameli şeylerdir: Ege'de çıkan ve Bodrum tatili boyunca en leziz haliyle sürekli tükettiğimiz bu mahlukları illa da İstanbul'da sunma hevesi niye? Böyle hevesler, her lokantanın başını yakabilir. Ve müşteri de mazeret dinlemez, kimse de öyle bir ahtapotu çiğnemez... Üstelik, yıllardır ayakta olan kimi yerler, hep aynı düzeyi tutturmayı beceriyor. Örneğin bu hafta Kapalıçarşı'nın hemen dışındaki efsanevi Subaşı Lokantası'nda içtiğim işkembe çorbası ile karışık komposto ve yediğim Elbasan tava, aynen 40 küsur yıldır olduğu gibiydi: Yani, kusursuz. Onlar acaba bunu nasıl başarıyor?
|