Mert Nobre!
"Sartre gibi" reddedilebilir ama; "Nobel" bir yazarı, kim ne derse desin, "Nobelli yazar" da ülkesini bir şekilde yüceltir. Ama "Nobelli yazar", eline geçen ilk gazete yönetme fırsatını bu ülkede düşünceye, ifadeye, yazara reva görülmüş muamelelere ayırırken, "fırsat bu fırsat", o cefayı çok çekmiş bir başka gazeteye "geçirmez" . Daha doğrusu; Mert olur; o gün kendi tabiriyle "23 Nisan çocuğu gibi", en büyük medya grubunun bir binasında, onun gazetesinde "gazete yönetme, haber seçme, manşet belirleme" yetkisi verildiğinde; Bin kere düşünür! Ne adına, kimin adına, kimden yana kullanabilirim bunu. Ya da elini bile sürmez. Teşekkür eder. Herkesi işiyle, hıncıyla, kiniyle baş başa bırakır. Büyük bir medya grubunda bir koltuğa oturup oradan, bilmem kaçıncı kattan; Kendi yağıyla kavrulmaya çabalayan, çalışanlarına o büyük gruptaki gibi paralar veremeyen, eski ama küçük bir gazeteyi infaza soyunmaz.
Orhan Pamuk, bir günlüğüne Radikal'i yönetme fırsatı verilince, Cumhuriyet'in 1951'de Nazım Hikmet fotoğrafına yazdığı "Doya doya yüzüne tükürsünler" yazısını manşet yaptı. "Doğru haber!" elbette. Cumhuriyet'in Nazi Almanyasını dahi desteklemesi gibi. "Demokrasi, demokratlık" hilafına yeterince şaşırtıcı şeyler yapabilen günümüz Cumhuriyet'i gibi. Ama şunu da unutmazsın: Bir dönem, herkes susarken, herkes korkusuna yumulmuş, herkes kulağının üstüne yatmış yahut işkencecilere yalaka yazılmışken, Cumhuriyet yazarları, çalışanları ve okurları, sırf o gazeteden ötürü, sırf orada yazdıkları, sırf onu okudukları, taşıdıkları için işkence gördüler, hapsedildiler, öldürüldüler, kayıplara karıştırıldılar. (Bunu Cumhuriyet de hiç unutmasa keşke!) Ama, madem ki "Basının devletle birlikte düzenlediği tertipler" dir konu; bin kere düşünürsün, Ahmet Kaya, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal isimlerini de anarken hele. 23 Nisan çocuğu olarak beylik verilen binalarda da bir sürü insanı yakan haberlerin, andıçların, linçlerin kol gezdiğini, devletle birlikte tertipler" içinde canı acıtılan gazetecileri, yazarları, yazılamayanları filan da düşünmeye çalışırsın. Bir günlük yönettiğin gazeteden misal, 40 yıllık gazeteci Koray Düzgören' in 28 Şubat'ta nasıl atıldığını aklına getirirsin. Hiçbiri aklına gelmez belki. Ama ya uğraşır, tüm ayıpları birden herkesin yüzüne vurursun; Ya da, kimsenin sinsi koltuk altına gömülmez; "medya tekeli" kanatları arasından, sadece küçük bir gazeteyi çok eski ayıbıyla dövmeye soyunmazsın. Soyunursan; sen de çıplak, çırılçıplak kalırsın! Çünkü Nobelle yücelmiş yazarı hep mert bir insan olarak da yücelebilmiş görmek ister gönlümüz.
Bağımsız KKTC! Kızıyoruz, bazen haklı, bazen otomatik; KKTC'nin sürekli kazık yemesine. Rumların oyununa, Batı'nın ikiyüzlülüğüne, AB'nin baskısına. Müslüman kardeşlerimizin, "Türk cumhuriyetleri" nin dahi tanımamasına. "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar", ırkımız, dinimiz, etnisitemiz mensuplarının hiç tınmamasına! (Bu kısmı unutun!) Lakin şu da var. Yani, yok mu? KKTC'yi bağımsız devlet olarak Türkiye tanıyor mu? Türkiye, KKTC'yi bağımsız devlet olarak tanıyor mu? Türkiye, KKTC'yi bir devlet, bir cumhuriyet olarak tanıyor mu? Kağıt üstünde tanıyor da, hiç öyle görüyor mu? Öyle bir saygısı var mı? Yoksa, "Ölümden kurtardığımız" bir yavru mudur; hep sadık, hep kul olmasını istediğimiz. En küçük farklı tavrını ihanet görüp sevgi, aşk, namus, töre belasına boğacağımız. Bağrımıza basarken, nefessiz, dermansız, kişiliksiz, sünepe, yanaşma kılacağımız. Her daim sırtında "diyet, borç, minnet" yükü taşımasını istediğimiz. Halkının seçtiği cumhurbaşkanını, asker veya bürokrat marifetiyle paylayacağımız. Bağımsız derken, sanki kaymakamlık sandığımız, sanki sıkıyönetim bölgesi gibi burnundan tuttuğumuz. Bir türlü olgunlaşmayacak "prematüre" çocuk sandığımız. KKTC'yi bağımsız bir devlet olarak bir tek Türkiye tanıyor; o da yanlış tanıyor!
|