Gole giderken...
90+3'te Bobo'nun şutu, kaleci Hakan uçarak parmak uçlarıyla topa dokununca direğe çarpmasa da gol olsa, ne değişirdi? Bildiniz, evet: Sonuç değişirdi! Hele son dakikada değişmiş, üç puanı cüzdanınıza koymuş "sonuç", yeme de yanında yattır. Tır, di mi? Peki, futbol hakikaten sadece bu mu? Futboldan hiç hoşlanmayanlar (bize) diyorlar ya, "Bu manyaklık, neresi spor, nesinden zevk alıyorsun" filan diye; Tabii, biz çokuz, çoğunluğuz, onlara ne; Ama az durup düşünelim: Futbol, sadece sonuca sevinme yahut üzülme, o yüzden kendinden geçme veya öfke kusma şeyi midir? "Şey" nedir, bilemedim, bulamadım. Yani, "halk takımı" Beşiktaş ile "belediye takımı" Ankaraspor'un kötü maçı, "sonuç ne olursa olsun", futbol seyri, zevki, geleneği ve daha iyi emek ile beceri harcayan başkaları, harcamış eskiler adına hoşlanılmayacak bir "şey" değil midir? Haklılar mı, futbolu sevmeyenler? Bizim bir inceliğimiz, bir damak tadımız, iyiyle kötüyü ayıracak muhakeme gücümüz, kendimizi kontrol edebilecek, herkese düşmanca bakmayacak vicdanımız filan yok mu? "Ossun da nası olursa ossun" bir "başarı" ile bazen kendi takımımızınkiler de dahil, iyi kötü akıl ve emek harcayan herkese "netice" adına hakaret, aşağılama, şiddet ve de "bomba" arasında, insan olarak neredeyiz biz? Ofsaytta mı!
Seyrediyoruz ya; İngiltere'de, o "holigan" ülkesinde bir maç. Teknik direktör kenardan hakeme çıkıştı azıcık. Hakem de sahadan atıp "tribüne" gönderdi. (Saha ile stat ayrı şeyler şekerim!) Maç deplasmanda, tribün ev sahibi taraftarların. Zaten kulübenin hemen arkasından, üç, beş basamakta çıkıyorsun. Koşar adım çıktı, hemen oturmak istedi; "rakip" takım taraftarı ufaklık yer verdi; birlikte koltuğa sıkıştılar, etraf "rakip" taraftar doluydu, çocuğun babası da dahil. Körün istediği bir göz! Ortalarına "öteki takımın hocası" düşmüştü. Hani ölmeye ölmeye gelmişsen, hani adama sahada, kulübede iken atmak üzere şişen, paran, çakmağın, çakın, koltuğun, bomban filan varsa, aha işte "herif" yanında. Olmadı öyle bi şiy! Birlikte maçın sonunu getirdiler. Gülerek, gülümseyerek. Tabii ki tüm İngilizler böyle değildir; bizde herkesin de öteki türlü olmadığı gibi. Ama belki de futbol esasında budur!
Tuncay'ın topuk pasıyla Uğur'u kaçırması, onun gol pası çıkarması, Kezman'ın söke söke aldığı topla buluşup gol yapması, Ümit Karan'ın Edu ve Lugano'yu havada alt edip pozisyon yaratması ve devamında onlardan önce gole uçması, gol olmayan birçok pozisyondaki olağanüstü çabalar... hepsi güzeldi. Bunlardan aynı anda keyif almak için, kulübünü çok sevmek, ama sevdiğinin bir "futbol (spor)" kulübü olduğunu idrak, yani esasında futbolu (neden olmasın; sporu) seviyor olmak kafi gelebilirdi. Olmuyor demek ki. Dün çok sayıda spor sayfasında, eski hakem de dahil, "Ele çarptı, hakem çalmadı" denebilen yahut "ceza sahasında kolla oynama"yı, ayakla çelmeyi, ayağa basmayı, gole giderken çekmeyi göremediği maçta "Hakem de ne iyiydi" diye yorum yapılabilen "ortam" bu. Bir de hep "başarısızlığı" tartışılan Gerets'in kanlı alnıyla vakur duruşu... Bir de hep "başarısızlığı" tartışılan Zico'nun bu "yabancı" ülkede, içten üzülüp "bizim adımıza, bizden biri gibi" Gerets'e sarılıp öperek özür dilemesi.
Paşam; insan olmanın garantisi, bir şeyi aşırı seviyor, bir şeye aşırı ait veya sahip olmak değil. Neden, niçin, ne adına sevdiğinin bilincini; sevginin insaniliğinin hissiyle nefrete bulanmayan eleştiri, özeleştiri düşüncesini de taşıyabilen "muhakeme kabiliyeti" ne sahip olmak. Bir elinizle kalbinizi, diğeriyle başınızı tutun. İşte tam oralarda.
|