Tik-nik
Yalnız Türkiye'ye haydi biraz genelleştirerek yumuşatalımTürkiye gibi ülkelere özgü kitlesel ölüm türleri var. Kış aylarında derelerin taşmasıyla, yaz aylarında da göletlerde ve Şile'de boğulmak gibi... Kışları kömürden, yazları mantardan zehirlenmek gibi... Ama -dikkatinizi çekti mi-bu yıl mantardan ölümler neredeyse sıfıra indi. İnsanlarımızın bilinçlenmesinden değil; ormanlara, dağlara mantar toplamaya gitmekten korkulduğu için. Çünkü, Latince genel adı "tique" (tik) olan 8 bacaklı, topu topu 5 milimetre boyunda asalak bir hayvancık herkesin gözünü yıldırdı. Türkçe'de ona "kene" deniyor. Ve o mini minnacık vampir, halkımız için Saddam Hüseyin'in bir türlü bulunamayan kimyasal imha silahları kadar ürkütücü hale geldi. Ya da Çernobil'in radyoaktif maddecikler bulaştırdığı bulutlar gibi bir modern zamanlar tehdidine dönüştü. Vücudunuza bir yapıştı mı, hele siz farkına varmadan 5 saat kanınızı emdi mi, yandınız. Potansiyel KKKA hastasısınız. Terör örgütlerinin adını çağrıştıran bu harflerin açılımı Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi. Hastalığın adı ile terör örgütleri arasındaki ilişki, anlaşılan pek de masumane bir çağrışımla sınırlı değil. Veteriner Hekimleri Konseyi Başkanı Dr. Mustafa Altuntaş'ın nedense kamuoyunda ve tıp çevrelerinde pek yüz bulmayan bir teorisi var: "KKKA yurdumuzda ilk kez 2002 yılında Tokat'ta tespit edildi. Zira o bölgede uzunca bir dönem DHKP-C terörü nedeniyle yaylalara çıkış ve av yasağı uygulandı. İnsanların girememelerinden ötürü doğal denge bozuldu. Bu da domuzların fazla üremesine yol açtı. Topraktan insana geçmek için tavşan, domuz ya da fareyi sıçrama noktası olarak kullanan kenelere gün doğmuş oldu."
Literatürde ikinci atıf Bize hiç de kafadan sallanmış varsayım gibi görünmedi. Zira ilk kez Kongo'da görülen hastalığın Avrupa'da ortaya çıkması da Tokat'takine benzer "fauna" koşullarından kaynaklandı : İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Sovyet askerleri kanlı çarpışmaların ve yoğun bombardımanların neredeyse çöle dönüştürdüğü kırsal kesimin canlandırılmasında görevlendirildi. Bitki ve hayvan örtüsünün yeniden hayat bulması için ilk iş olarak tüm bölgede av yasağı konuldu. Bu da yaban tavşanları ve sincapların ünlerine uygun biçimde çoğalmalarına neden oldu. Keneler için bulunmaz bir taşıyıcı. Halka sıçrayan ama öldürmeyenhastalık, çok yoğun yağmurlarda yaban tavşanlarının telef olmasıyla durdurulabildi. Yani yine doğanın yardımıyla. Anadolu'da öyle yağışlar olmadığı için Tokat'ta uç veren hastalık önce çevresine yayıldı: Yozgat, Amasya, Çorum, Samsun, Kastamonu... Daha sonra da 30 ile. İstanbul dahil! Bakalım gelecek yıl ulaşmadığı il kalacak mı? Sağlık Bakanlığımız, Kırım ve Kongo'daki vakalar arasında paralellik kurarak dünyada hastalığın adını koyan ilk kurum olmakla övünüyor. Şimdi ikinci övünç fırsatı çıktı: Çorum'da hemşire Nazlı Yazıcı'nın kenenin ısırdığı bir kadından kan alırken iğneyi koluna batırması sonucu KKKA'dan ölmesiyle hastane ortamında virüsü bulaştıran ikinci ülke olduk. Bizden önce sadece Pakistan'da görülmüştü böyle bir şey. Ne zaman mı? 1976'da! Haksızlık etmeyelim; kenenin yararları da yok değil. Örneğin onun korkusundan piknik yapılamadığı için -insanların neden olduğu-orman yangınları bu yıl önemli oranlarda azalacak. Yaşasın tik-nik! Minicik asalak bir de zamanında Ayvalık'a ulaşsaydı... Belki de yüzlerce yıllık Şeytan Sofrası ormanları kül olmayacaktı. Ah kene ah!
|