| |
Sopa yemeyince olmuyor mu?
Öncelikle temel bir tespiti tekrarlamak gerek, Türkiye kendi sorunlarını çözemiyor. Böyle bir gücü yok. Hızlanan çürümenin bir yanıyla da yeni bir filizlenmeye olanak sağlaması için "dünyalaşmak" ve yeryüzünün yardım elini sıkmak gerek. Çağdaş dünyanın çözüm olanaklarını ıskaladıkça batacağız, bu olanakları insanlarımızın zenginleşmesi ve özgürleşmesi için kullandıkça da yükseleceğiz.
AK Parti Hükümeti, iktidarının ilk üç yılında Türkiye'nin çarpık iskeletini değiştirmek için dünyayla işbirliği yaptı. Rejimin anti-demokratik ve insanı yok sayan zihniyetini en azından kağıt üzerinde çağdaşlaştıran önemli ve radikal adımlar attı. Ekonomide de, hem yönetenin hem de yönetilenin devlet olanaklarını siyaseten yolma imkanlarını azaltma yolunda çareler üretti. Daha doğrusu kendisine önerilen çarelere uydu. Dünyalaşmayı AB, ekonomik aklı da IMF'nin antrenörlüğünde götürdü. Akla, sağduyuya, mantığa, kısacası dünyalaşmaya ihanet etmeyince de çok başarılı oldu.
Dünyalaşma yerine "yerel siyasallaşmayı" tercih ettiği her seferinde de hüsrana uğradı. Geçmiş yıllarda atılan yanlış adımlar daha hızlı düzeltiliyordu. Son zamanlarda ise aksayan adımlar değildi, tutturulan istikamet yanlıştı. Şemdinli'de hukuka, Merkez Bankası atamasında özerkliğe, AB ile ilişkilerde süreklilik, IMF ile ilişkilerde de disipline çelme takıldı. AB reformlarının uygulanmasına boş verildi. Türkiye insanının yaşam kalitesini yükseltecek tek olanak gibi duran bu çözüme, kurnaz siyasal hesaplarla bakılmaya başlandı. Türkiye'de devlet kaynaklarını sömürmeye son verecek "faiz dışı fazlaya" aldırmazlık, bütçeyi sağlıklı bir şekilde borç ödeyecek hale getirecek olan disipline boş vermek olağan hale geldi. AB uyarmaya, IMF söylenmeye başladı. Bu iki kurumun söylenmesi önemli değildi ama esas önemli olan Türkiye'nin eski hastalığına, insanlarını yok sayan bir "iç sömürge" mantığına geri dönmesiydi. AB olmayınca hukuk kenara itiliyor, IMF olmayınca da devlet imkanlarını talan hızlanıyordu. Kendi kendine çözüm üretemeyen, kendini parçalayarak yaşamaya alışmış bir kültürden kurtulma imkanı yok oluyordu.
Güvenlik "çıpalarından" uzaklaşan AK Parti, içerdeki "dünyalaşma" düşmanlarının iştahlarını daha da kabarttı. Çankaya savaşları inanılmaz bir azgınlıkla ve kanlı başladı. Saldırılar arttı. Çünkü AK Parti dünyanın parçası olmaktan uzaklaşmıştı. Bu sırada bir de dünya ekonomisinde son iki yıldır sürmekte olan büyümenin durulmasıyla içerde fırtına başladı. Kayığı çürük olan Türkiye sert bir boraya tutuldu. AK Parti eliyle siyasallaştırılan Merkez Bankası güven sağlamakta zorlanır oldu. Siyaset toz dumandı, ekonomi de su alır hale geldi.
İktidar ağır bir şekilde sopa yemeye başlayınca AB'yi ve parasal disiplini hatırladı. Bugüne kadar ağzını açmayan Ali Babacan "başmüzakereci" olarak konuşmaya başladı. Faizler düşürülsün diye tempo tutan iktidar unsurları ise faiz artırımını tam bir sessizlikle karşıladı. Çünkü kayık batmaya başlamıştı.
Dalgaya tutulunca ya da içerde sopa yiyince "dünyalaşmayı" hatırlamak AK Parti'ye olan iç ve dış güveni azaltıyor. Türkiye'nin gerçeklerine kulak verince dünyalı, "siyasal taban" hesabı yapınca sistem partisi olan "kurnaz" bir iktidar tablosu gözüküyor.
Bunlar, bu krizler çıkmadan çok yazılıp söylendi. Arşivler ortada. Şemdinli'ye "faso fiso" muamelesi yapılınca da yazıldı, Merkez Bankası siyasallaştırılınca da yazıldı, türban bahanesiyle AB'den çark edilince de yazıldı. Sonuç ortada. Sallantılı bir döneme giren bir Türkiye ve desteği azalan, güveni zayıflayan iktidar... Sıkışınca dünyalı, rahatlayınca "siyasal tabancı" bir ikilem, bu iktidarın sonunu getiriyor. Ama işin fenası, onların "kurnazlığının" bedelini Türkiye'nin ödemesi.
|