Deniz olunmalı!
Herkes, kendi ömrünün önemli bir yol kavşağında; kendisini içine alacak "hayat denizi" nin kıyısında durur ve sorar kendi kendine... İkilemler, üçlemler, çözülemez denklemler arasında kafa yorar durur mütemadiyen: "Bulut mu olsam, gemi mi yoksa,balık mı olsam, yosun mu yoksa!" Nâzım'ın o dizelerini bugüne tercüme ederseniz şöyle de sorabilirsiniz kendinize: Kariyer mi yapmalı, paraya mı sapmalı, ev-bark sahibi mi olmalı, gündelik hesaplarla mı yol almalı? Bu zor sorunun cevabını, önceki gece, bir denizin kıyısında, boğaz rüzgârı altındaki Siyaset Meydanı'nda, Nâzım'ın cevabına tıpatıp benzeyen yaşam felsefesiyle verdi "Roman" lar: "Ne o, ne o, ne o/ Deniz olunmalı oğlum!"
Bu şiirin bahsi bile geçmedi o gece... Lakin, havada bu şiirin ruhu dolaştı durdu... Çünkü, onlar altını üstünü hesap etmeden "tepeden tırnağa" deniz olmuşlardı. İlk kim yazıp söylemişti bilmiyorum onları bir çırpıda anlatan şu satırları: "Onlar batı rüzgârları kadar özgürdüler/ Onlar yeryüzünün savaşa en uzak barışa en yakın duranları/ Onlar göç yollarında geçmişin izlerini geleceğe taşıyanlar/ Onlar gülüşleri ile ağlayan, hüzünlerini keyifle karşılayanlar/ Onlar bugüne dek konuşmayanlar..." Siyaset Meydanı'nın bu yıl ki dönem sonu veda programında onlar konuştu işte... Ama ne konuşmak! Ama ne yaman sorunlar bilmediğimiz, ne dağ gibi acılar hisetmediğimiz! Buna rağmen; ne zaman bir davul-darbuka ritmi girse araya; bir zurna sesi yayılsa rüzgârla... Ortada dört kol çengi; kol kola, göz göze az önce şiddetle birbirine çıkışanlar... "Deniz olmak" böyle bir şey olmalıydı...
Türkiye'de sayıları iki milyon; bazılarına göre daha da fazlaydı... Sayıyı bilmiyordu kimse tam olarak, çoğu "Roman" gizleniyordu çünkü... "Günah" bulutu gibi üzerlerine çullanan "Çingene karaltısı" nın altında... Müzisyendiler daha çok, çiçek satıyor, sepetçilik yapıyor, kap kalaylıyor, demir dövüyor, hurda topluyorlardı... Namuslarıyla, roman havaları ve eşşiz danslarıyla... Ama onlar gördüklerimizdi. Valilerin, bu arada Türkiye'nin ilk kadın valisinin, kaymakamların, asker-sivil bürokratların, bakanların, başbakan yardımcılarının, hatta başbakanların arasında "Çingene" olduğunu hangimiz biliyordu? O gece söylenmeyen isim listesinden, şimdi orada bulunan çok kişinin haberi var artık. Ama "Biz Romanız!" diye haykıranlar, "onlar" ın isimlerinin kamuoyuna açıklanmasını istemediler. "Kimliklerini açıklamaktan korkanlara, Çingene olduklarını açıklama onurunu biz neden bahşedelim!" dediler.
Ötekilerin utanmalarının sebebi yalnızca kanunlar olabilir miydi? Kanunlar? Halen yürürlükte olan İskân Kanunu'nun bir maddesi, Türkiye'ye muhacir olarak alınmayacaklar listesini sıralarken, Göçebe Çingeleri; anarşistler ve casuslarla bir tutuyordu. Halen yürürlükte olan Polis Kanunu'nun bir maddesi; "gerekli tedbirlerin alınması" gereken şahıslar arasına " esaslı bir mesleği olmayan Çingeneler" i katıyordu. Yani bir etnik kimliğin yüreği; "şüpheli" damgasıyla daha en başta dağlanıyordu. Ya toplumun genelindeki içinizi acıtan, haksız ve insafsız karalamalar ve algılamalar? Şu satırlar sadece birinin hikâyesindendi: "Okulda Çingene diye dışlandı. Zorlandıkça hırsı bilendi. Yağmur altında ayakkabısız, kitapsız okula gitti... Liseyi birincilikle bitirdi. Sonra üniversitede Kamu Yönetimi bölümünde aynı başarının tekrarı... Hep etnik kökenini sakladı... Kim olduğunu bilmeyen hocası, bir gün gözlerinin içine baka baka: 'Zekâ seviyeleri en düşük toplum Çingenelerdir' dedi... Askeri İdare Mahkemesi'nde çalışmak için sınavlara girdi. Yazılıyı kazandı, mülakatta elendi. İki dil biliyordu... 28 yaşındaydı, hâlâ bekârdı... Çünkü, bugüne kadar hiçbir kıza ondan hoşlandığını söyleyememişti."
Siyaset Meydanı'nın bu yıl ki en anlamlı, en düşündürücü, en duygulu ve en coşkulu programıydı... Açık havadaydık. Programı evinde izleyen, komşu evlerden üniversiteli bir genç kız, gecenin bir yarısı kalkıp aramıza katıldı... Sümeyra... Finali o yaptı elini beline vura vura oynarken: "Bir daha dünyaya gelsem, Roman olurdum!" dedi. Tartışma orada bitti...
|