Sadece Hadi Çaman mı paramparça?
Hadi Çaman, tiyatrosundan, on altı yıldır perde açtığı salonundan çıkarılıyormuş. Önce Hıncal'ın yazısından öğrendim bunu. Sonra Hadi telefon etti. Eşimle gittik, Hakkı Devrim'le, Tuncer Cücenoğlu'yla birlikte oyunu, Paramparça'yı seyrettik. Hıncal'ın yazdığı gibi, Hadi "paramparça". Tiyatrosu Nişantaşı'nda. Rüştü Uzel Meslek Lisesi'nin salonu. Okul bahçesinin öğrencilere küçük geldiği, salonun da okul tarafından kullanılacağı belirtilmiş, Hadi'nin 15 Haziran'a kadar işyerini "tahliye" etmesi istenmiş. Oysa okul, salonu istediği zaman çeşitli etkinliklerde zaten kullanmaktaymış.
Kim bilir kaç yıldır tanıyorum Hadi'yi. İlk oyununu hatırlıyorum. Dormen Tiyatrosu'nun Altın Çocuk'unda küçük bir rolü vardı. Zamanla o topluluğun ayrılmaz bir parçası oldu. On yıl boyunca. Başka tiyatrolarda da oynadıktan sonra çılgınca bir iş yaptı, kendi topluluğunu kurdu. Onun tiyatro sevgisinin sadece "rol oynamak" la sınırlı kalmadığını, neredeyse varlığının nedeni haline gelen inanılmaz bir tutkuya dönüştüğünü yakından biliyorum. Deniz Feneri oyununu düşünüyorum. Tiyatro serüveninden çizgiler sunuyordu. Sahneyi paylaştığı başka "deniz fener" lerine, Yüksel Gözen'lere, Altan Erbulak'lara, Turgut Boralı'lara, Nisa Serezli'lere ilişkin anılarını aktarıyordu. Sahneyi onunla paylaşan Candaş'ı aracı kılıp seyircisine o sıcak dünyasından renkler sunuyordu. O renkler arasında bir daha görüyorduk: Sanat kadar netameli bir iş yoktur. Çile onda, parasızlık onda, uykusuzluk onda, yürek çarpıntısı onda. Ama sanatçıysanız başka iş yapamazsınız. Kimi "manyaklık işte" der geçer buna, kimi saygı duyar. Bugün salonundan çıkarılmak istenmesi olayında önemli olan Hadi'nin kendisi değil. Bir yapının daha, üstelik sudan sebeplerle, yok olması. Tek tiyatrosu olan "uygar, seçkin, her yanından Batı benzeri kafelerin fışkırdığı" bir semtin varlığı zaten tartışılabilir "sanat damarlarından" birinin kopması. Ama sadece Hadi mi paramparça?
Hadi yakınıyor. Hepimiz yakınıyoruz. Müzelerde değerli eşyaların yanında küçücük notlar görürüz hani. "Lütfen dokunmayın" diye. Ben de çevreme bakıp, "Lütfen yakınmayın," diyorum. Yakınmayalım.
Hatırlıyorum. Millet Meclisi Başkanvekilliği yapmış anlı şanlı bir politikacımız, ilkokul çocuklarının bile ezbere bildiği bir atasözünü söyleyemiyordu. "Davul" diyordu, "sivrisinek" diyordu, "az" diyordu, "çok" diyordu. Ancak ikinci günün akşamında başarabilmişti bunu. Hem de televizyon kameralarının karşısında. "Nasıl becerdim ama!" gibilerden, gülerek. Dehşete kapılmamıştık. Şaşırmamıştık bile. Biz de gülmüştük. Aslında paramparçalığın bir örneğiydi bu. Politikaya, spora, trafiğe, kent yaşamına, insan ilişkilerine bakın. Hangisi paramparça değil?
Evet, yakınıyoruz. Yakınıyoruz da niye yakınıyoruz acaba? Gündelik yaşamımızın "vazgeçilmez" ini düşünelim. Herkesin televizyon başında toplandığı saatlerde incir çekirdeğini doldurmaz şeyleri "dizi" diye yayımlayanlar bizler değil miyiz? Niye yakınıyoruz? Gerçek oyuncuları elimizin tersiyle itip magazin sayfalarından sanatçı yaratmaya kalkışanlar bizler değil miyiz? Şarkıcı diye, oyuncu diye seyircinin karşısına bakımsız Herküller, besili Afroditler, yumurcak Beberuhiler çıkaranlar bizler değil miyiz? Niye yakınıyoruz? "Haberler" i kabul günü ya da mahalle kahvesi dedikodularıyla dolduranlar bizler değil miyiz? Niye yakınıyoruz? Doksanıncı sınıf şarkıcıların ipe sapa gelmez atışmalarını saatlerce izletenler bizler değil miyiz? Üstelik onları izlerken öfkelenmeyen, o "yüce" sanatçıların hepsini bağırlarına basanlar bizler değil miyiz? Niye yakınıyoruz? Belgeselleri, yayımlamak zorunda olduğumuz için hatırlayanlar, onları da gece yarılarından sonralara atanlar bizler değil miyiz? Niye yakınıyoruz? Karşımıza ne çıkarılırsa onu seyrediyoruz. Yarın biri iki elini kameraya uzatıp, "Hayret bir şey, bakın iki elimde tam on parmak var," dese, onu da büyük ilgiyle izleyeceğiz. Niye yakınıyoruz?
Bütün bunları yapacağız, sonra da yüzümüz kızarmadan yana yakıla, "Türkiye nereye gidiyor?" diye soracağız. Türkiye nereye gidecek! Bizim götürdüğümüz yere gidiyor.
|