Köyden gelen kız
Yavru kargalar gibi koşuşurduk okuldan evlerimize, her cumartesi günü... O yıllarda, cumartesileri yarım gün okul vardı. Apartman kapısının girişinde beni bekleyen annem, siyah önlüğümü çıkarır, bir torbaya koyar ve giriş katında oturan itfaiyeci Mahmut Amca'nın karısına verirdi... Gelmiyor bir türlü o kadının adı aklıma! Halbuki Mahmut Amca'nın adını bir kez olsun unutmuş değilim. Ne de olsa, ateşlerin içine korkusuzca dalan, çocukları saçları tutuşmadan kurtaran bir kahramandı o... Üçüncü kattaki evimize çıkacak kadar zamanımız yoktu. Annem hızlı adımlarla, ben yanında koşarak yokuş aşağı iner, kentin en canlı caddesine ulaşırdık. Annemin adımlarındaki hız biraz kesilirdi orada, ben de rahat ederdim. Evet, yetişmemiz gereken bir yer vardı; kadınlar matinesi!.. Saray Sineması'nın sahibi, filmin başlangıcını, çocukları okula giden kadınlar yetişsin diye uygun bir saate koymuştu ama sen gel de bunu benim anneme anlat! O, ille de salonun tam ortasındaki koltuğa oturmak isterdi. Neymiş, film oradan çok güzel seyrediliyormuş. Tüm acelemiz, telaşımız bunun içindi. Bu arada, hastanede çalışan anneannemin getirdiği boş serum şişelerinden biri, mutlaka annemin çantasında olurdu. Çünkü, kadınlar matinesinde sinema salonunun tüm koltukları satılır, koridorlara da sandalyeler konulurdu. Bunun, boş serum şişesiyle ne ilgisi var, demeyin!? Böylesi bir sinema salonun tam ortasında oturan kadının küçük oğlu tuvalete gitmek isterse ve elinde Hz. Musa'nın Kızıldeniz'in sularını ikiye ayıran değneği yoksa, yapacağı tek şey çantasında boş serum şişesi taşımaktır! Serum şişesi eve bir kez dolu döndü... Ve hiç unutmam, (unutamam!) o an beyazperdede başrol oyuncusu kadın ile erkek ayrılmak üzereydi; salondaki tüm kadınların mendilleri gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Zamanlamam mükemmeldi anlayacağınız! Hıçkırık sesleri arasında bir parmak kalınlığında doldurduk şişeyi!.. O filmlerde, köyden kente bir kız gelirdi. Bu, Zeynep Değirmencioğlu idi elbette. Köylü kız, kentli gençlerin alay konusu olurdu. Onu diskoya götürür, dans etmeyi bilmemesiyle dalga geçerlerdi... Bereket versin babacan bir adam vardı Türk filmlerinde; bu da genellikle Hulusi Kentmen olurdu. Hulusi Baba, köyden gelen kıza öğretmenler tutardı. Bunlar dans dersi, piyano dersi ve çatal bıçak nasıl tutulur dersi verirlerdi. Bir bakıyorsunuz, köylü kız mini etek giymiş, en çılgın dansları ustalıkla yapıyor... Bir bakıyorsunuz, Zeynep Değirmencioğlu'nun parmakları piyanonun tuşlarında geziyor... Bir bakıyorsunuz, sofraya konulan bıçakları, çatalları bir cerrah gibi kullanmayı beceriyor... Filme ara verip bir anımızı anlatalım; şiirlerimi daktiloda yazmaya yeni başladığım 1980'li yılların başlarıydı... Bir iş için köyümüzden İstanbul'a gelen bir aile konuğumuz olmuştu... Ailenin yedi yaşındaki oğlu, çalışma odama girmiş, daktilonun tuşlarında gezinen parmaklarımı hayranlıkla seyrediyordu... İçini çekerek şunları söylemişti: "Ne güzel çalaysun, benim babam da kemençe çalay!.." Dönelim filmimize... Ve tabii, bir de düzgün yürüme öğretmeni vardı, o filmlerde. Köylü kız, başında taşıdığı kitabı düşürmeden yürümek için son derece düzgün, dengeli adımlar atma gayretindedir... İşte ben, daha yedi yaşında anladım ki, kitap, insanı doğru yürütüyor! Hele bir de, kitabı başınızın dışında değil, içinde taşırsanız....
|