Size anne diyebilir miyim?
Geçtiğimiz haftalarda Fatih Aksoy ile yaptığım röportaj beni dehşete düşürmüştü. 'Kısık Ateşte 15 Dakika' filminin yönetmeni Neco Çelik'i öldürmek istediğini söyleyen Aksoy, "Bana kalsa bu filmi yayınlamam" diyordu. Sözleri ilginçti ama bir yandan da Neco Çelik'in Avrupa'da çok başarılı işlere imza attığını bildiğim için bu durumun biraz da yapımcı kaygısı olabileceğini düşünmüştüm. Belki film çok entelektüel bir film olmuştu ve Fatih Aksoy, para yatıran kişi olarak ve de haklı olarak pazarlama problemleri yaşayabileceğini düşünüyordu. Filmin, özenle ve Medyapım'ın tüm forsu kullanılarak yapıldığı anlaşılan kadrosu ve bu harika sinopsis ile başarısız olma şansı biraz zor görünüyordu. Benim için bu muamma dün sabah G-mall Sinema'da basın gösteriminde çözüldü.
MERAKIMIZ KALMIYOR Film yüksek bir tempo ile açılıyor. Karakterler, komedi filmlerinde çok sık gördüğümüz tipler olduğu için çabuk çözülüyor. Hayattan bıkmış şarkıcı kadın (Eyşan Özhim bu rolde süper iş çıkartmış), yaşlı jön (Erhan Yazıcıoğlu), yetenek avcısı kan emici menajer (Haluk Bilginer), ünlü olmak için kafayı sıyıran şarkıcı namzeti (Ata Demirer) gibi artık izlemekten bıktığımız tipler, film ile meraka dayalı bir bağ kurmamızı engelliyor.
FİKİR GÜZEL AMA... Kör ve katil bir oymacı ustasını canlandıran Metin Akpınar, ya yanlış rolü seçmiş, ya da oynatılamamış. Karakteri 'sen şekeri görüyorsun, ben şekerin içindeki çiçeği' gibi ultra klişe repliklerle fenalık geçirtiyor. Haluk Bilginer artık başka bir ligde oynuyor. Ata Demirer'le uzun diyalogları filmin tek eğlenceli bölümü. İyi ki onunla aynı zamanda yaşıyoruz ve iyi ki çok üretken bir isim. Film, Andy Warhol'un meşhur 15 dakikası etrafında geziyor. Ama bunu sürekli gözümüze soktuğu için sıkıcı hale geliyor. Gerçekten çok güzel bir fikir, hiçbir yere gidememiş. Hele şöyle bir diyalog var ki sinemada gülmemek için kendimi zor tuttum: Katil Oymacı'nın oğlu, babasının çalıştığı yere geliyor. 10 yaşlarındaki çocuk, babasının yaptığı şekerden bir kartal heykelini sevip, ezik ezik, "Bunu yapan insan bir katil olamaz değil mi?" diyor. Arkasından Eyşan'ın oyadığı karaktere dönüp, "Peki madem el birliğiyle klişeye düştük, bir de sizi anne diyebilir miyim?" diyecek diye bekliyorum...
'BULUTSUZLUK'U ÖZLEMİŞİM Ayşem, Özyılmazel'imin masasında idim geçen gün. ( Bu arada aldığı en iyi köşe yazarı ödülü için kendilerini kutluyorum) Gözüm garip renkli bir üçlü cd'ye takıldı. Bulutsuzluk Özlemi'nin en sevdiğim üç albümü bir arada idi: 'Uçtu Uçtu', 'Güneşimden Kaç' ve 'Yol' albümleri DMC şirketinden yeniden yayınlanmış. Ancak albümlerin kapaklarını kendi adıma biraz anlamsız bulduğum ve temsili bir bulut olduğunu düşündüğüm bir ilüstrasyonla değiştirmişler. Bence bunun iki nedeni olabilir. Birincisi entelektüel neden: 'Yeni şirketimizde koleksiyonerlere özel kapak çalışması yapalım.' İkincisi ise Türklere özgü neden: 'Abi, albümlerin kapakları matbaada kaybolmuş, orijinal filmleri de fare yemiş!'
ÜÇLÜ ALBÜMÜ BULUN 15'li yaşlarımdayken, annemlerle bir yere gezmeye gittiğimizde ben en sevdiğim yere yani otomobilimizin direksiyonuna oturur, saatlerce Bulutsuzluk'un 'Uçtu uçtu' ve 'Güneşimden Kaç' albümlerini dinlerdim. Bu albümleri uzun zaman sonra yeniden tekrar ve tekrar dinlemekten kendimi alıkoyamıyorum. Özellikle 'karanlık, soğuk, alabildiğine geniş...' diye başlayan şarkı, muhteşem sözleri sürekli beynimde dönüp duruyor. Bulutsuzluk Özlemi bence bu ülkede Anadolu ritmlerine bulaşmadan Türkçe rock yapılıp, yine çok güzel bir şekilde konser salonlarının tıka basa doldurulabileceğini gösteren ilk grup. Yaşınız 15-20 arasında ise ve rock dinlemeyi seviyorsanız mutlaka bu üçlü albümü edinip dinlemelisiniz. Her zaman genç kalan Bulutsuzluk Özlemi'ne yeniden merhaba.
|