|
|
"Çevremizi tanıyalım"!
BİZİM gibi "gelişmekte olan" ülkelerde çevre bilinci pek yaygın değildir. Herkes işinde gücünde, "ekmeğinin peşinde" olduğu için, 100 yıl sonra ormanlara ne olacak, 50 yıl sonra tarım alanı kalacak mı, 20 yıl sonra bu koyda kirlilikten denize girilmeyecek mi gibi endişeler pek ciddiye alınmaz. "Küresel ısınma mı, yok yahu, bu kış gayet soğuk geçti, İstanbul'da küresel ısınma yok" tür tüyler ürpertecek kadar cahilce bakış açıları da mevcuttur hatta! Ancak o "20 yıl sonra", "50 içinde" senaryoları, gün gelip yaşanmaya, hayatı etkilemeye başlayınca insanlar "Vay anasına" derler! İstanbul'da artık midye yenemememeye başlayınca mesela Ya da maalesef daha vahim gerçeklerde, örneğin Karadeniz'de kanser artınca! Ya da Tuzla'da gömülü zehir dolu variller, ve bunların ardındaki kanı donduran hikayeler ortaya çıkınca! Çevrecilerin bar bar bağırmaları, kendilerini oraya buraya bağlayıp eylem yapmaları, bir tür "entel dantel aktivite", "lüks", "batı özentisi hobi", hatta kimi zaman "dış güçlerin teşvikiyle yapılan vatan hainliği, ekonomiye vurulan darbe" olarak algılanır. Ama ateş düştüğü yeri yakıyor. Yaklaşık 12-13 yıl önce, çevrecilerin Türkiye'de ortaya çıkıp eylemler yapmaya başladıkları sırada, biz de Aktüel dergisinde bir tür "mizahi eylem" gerçekleştirmeye karar verdik. Endüstri yanlısı, "çevreci karşıtı" bir "yürüyüş" ve izlenim yazısı olacaktı bu. Mesaj, genel anlamda, "Çevreciler iyidir hoştur, ama bazen de cansıkıcı oluyorlar, gelişimin karşısında duruyorlar, biz de gıcık olduğumuz için, onlara karşı esprili bir eylem yapıyoruz, hadi bakalım" gibi birşeydi. Aktüel ekibinden dört beş kişi, özellikle deri giysilerimizi kuşanıp İkitelli'deki dere kıyısında yürüyeceğiz. Hatta fabrika atıklarının döküldüğü söylenen bu derenin kıyısında piknik yapacağız! Eğlenceli fotoğraflar çekilecek, ve o günün hikayesi gülümseten bir dille kaleme alınacak. Lastik çizmelerimizi giyip, dere kıyısına indik. Resim pek beklediğimiz gibi değil. Kokudan durulmuyor. Lağım ve karışık kimyasallardan oluşan, dayanılmaz, üstelik genzi yakan, metalik bir koku üstelik. Başladık fotoğraf çekerek derenin içinde yürümeye. Yürüdükçe fena oluyoruz, birkaç kişi öksürüyor. Derken arada sıçrayarak lastik çizmelerden içeri giren damlalar tenimizi yakmaya başladı. Sonra daha da fenası geldi. İçinde yürüdüğümüz gökkuşağının farklı renklerinde, kimbilir hangi boyalar ve atıklarla dolu suyun kenarında yaşayan insanlarla karşılaştık. Çocuklar, bizim birkaç saat zor dayandığımız zehirli suyun kenarında oynuyorlar! Etrafta tavuklar geziniyor. Derenin hemen kenarındaki toprakta sebze yetiştiriliyor, hatta o suyla domatesler biberler sulanıyor! Planlanandan daha erken bitirdik "pikniğimizi"! Birkaç gün midem bulandı ve genzim yandı. Bacağımda dere suyunun sıçradığı birkaç noktanın kızarıklığı ve kaşıntısı da ancak ertesi gün geçti! Planladığımız haberi, daha farklı bir açıyla yazdık. Neredeyse o dalga geçtiğimiz "çevreci bakış açısıyla"! Belki de aynı anda, şu ana kadar sağlığımıza ne kadar zarar verdiğini kestiremediğimiz variller de Tuzla'ya gömülmekteydi. İlkokuldayken "Çevremizi tanıyalım" dersleri vardı. Mesela Beşiktaş'taki ilkokulların öğrencileri, Beşiktaş'ın tarihini, özelliklerini öğrenirlerdi. Bence Türkiye'nin "Çevremizi tanıyalım" dersi çok geç kaldı. "Entel dantel bir hobi", bir "lüks" gibi görülen çevre konusunu gündemin ilk sıralarına yerleştirip, orada tutmak lazım. Yoksa zenginleşmek, büyümek falan da bir işe yaramayacak.
|