|
Şimdi 'sanal seyirci' zamanı
|
|
Bu haftanın notlarını İstanbul Film Şenliği vesilesiyle sinemaya ayıralım. Sinemayı ticaret olarak gören ama yine de "sinema ticareti" yapan zihniyetten, insanı devre dışı bırakan animasyonlara giden süreci gözden geçirelim.
İstanbul Film Şenliği sürüyor. Bu haftanın notlarını sinemaya ayıralım biz de. Ama önce sinema şenliklerinin başlangıcıyla ilgili kısa bir not... Uluslararası ilk film şenliği 74 yıl önce düzenlenmişti. 1932'de Venedik, birçok "tatil beldesi" gibi, ekonomik bunalım içindeydi. Kent yönetimi, daha çok ziyaretçinin gelmesini sağlamak için bir film şenliği düzenlemeyi kararlaştırdı. Venedik Bienali programına film gösterileri de alındı. 6-21 Ağustos tarihleri arasında Hotel Excelsior'da Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD'den 18 film sunuldu. Bu ilk şenliğin daha sonrakilerden en önemli farkı, ödül verilmemesiydi. Halk şenliğe öylesine yoğun ilgi gösterdi ki, bu etkinlik sonraki yıllarda düzenli bir biçimde sürdürüldü.
Ninemin sık sık anlattığı bir öyküydü. Adamın biri padişahın huzuruna çıkmış, "Ben kırk dikiş iğnesini arka arkaya dizer, ipliği de bir fırlatışta kırkının birden deliğinden geçiririm," demiş. Ustalığını padişahın karşısında da göstermiş. Padişah, "Şu adama kırk altın verin, kırk da sopa çekin," demiş. Adamın şaşırdığını görünce eklemiş: "Kırk altın ustalığın, kırk sopa da böyle bir şeye yıllarını harcadığın için." Final Fantasy filminin yapım öyküsünü okuyunca bu geldi aklıma. "Oyuncuları ve gerçek mekanları devre dışı bırakan bir hiper gerçekçi animasyon tekniği kurabilmek için" Honolulu'da 40 milyon dolar harcanarak dev bir stüdyo yapılmış. Özel yazılımın geliştirilmesi için 1.5 yıl, animasyon süreci için 1 yıl, bunun "kompozisyonu" için 1.5 yıl harcanmış. Sonunda derilerinden saç tellerine kadar gerçek oyuncuları hiç aratmayan, seyirciyi "ne kadar da insana benziyor" diye şaşırtan sanal kişiler yaratılmış. Neden? Niçin? Ne uğruna?
Bilgisayarların yazdığı romanları kimler okuyacak, bestelediği müzikleri kimler dinleyecek, çizdiği resimleri kimler seyredecek? Şimdilik sinema başı çekiyor. Alçakgönüllü efektlerle başlayan bir yaklaşım, sonunda zırvalığın doruklarına ulaşıyor. Sanal derken gerçeği, insanı unutmaya başladık. Bir zamanlar beyazperdede varolan insan, oradan yokolup salona indi, sadece seyirci olarak koltukta yerini aldı. Bu gidişle oradan da çekip gidecek, yerini sanal seyirciye bırakacak.
HEPSİ BİRER ALÇAKTI Hollywood'un "Altın Çağ"ını yaratanlar, yönetmenler, oyuncular, yazarlar değildi. Yapımcılardı. Sam Goldwyn'ler, Louis B. Mayer'ler, Irving Thalberg'ler, Jack Warner'lar, Darryl F. Zanuck'lar, Harry Cohn'lar... Geceleri gündüzleri sinemaydı onların. Bu iş gerçi bir ticaretti onlar için; ama sadece bir "ticaret" değildi. "Sinema ticareti" ydi. Başka iş yapamazlardı. Sinema şimdi de ticaret Hollywood'da. Bir farkla: Günümüz yapımcılarının büyük çoğunluğu sinema kökenli değil. Sinema olmasa da olur. Bilgisayar satabilirler, gazozculuk yapabilirler, mağazalar, lokanta zincirleri açabilirler. "Altın Çağ"ın yapımcıları için, sinema "olmazsa olmaz"dı. David O. Selznick bile, "Hollywood bir takım muhasebeciler tarafından ele geçirilmeseydi, yepyeni bir görüşün, anlayışın odak noktası olabilirdi" diye yakınmıştı. Richard Brooks şöyle diyor: "Ben size anlatayım o adamları. Tepeden tırnağa canavardı hepsi, hayduttu, alçaktı; ama sinemayı seviyorlardı, film görmeyi seviyorlardı, yanlarında çalışanları koruyorlardı. Şimdi bu işi yürüten soytarılarda kişiliğin zerresi bile yok."
"Altın Çağ"ı yaratan bu yapımcılar arasında Sam Goldwyn'in özel bir yeri vardı. Louis B. Mayer'le birlikte MGM'yi yaratan kişiydi Goldwyn. Yapımcıların pek sevilmediklerinin farkındaydı. Mayer öldüğünde, "Cenazesinde niye o kadar çok insan vardı, biliyor musunuz?" demişti. "Öldüğünden emin olmak istiyorlardı." Hollywood'da belirli klişelerin dışına çıkmak, büyük riskleri göze almaktı. Yapımcılar böyle riskleri kolay kolay göze alamazdı. Ama bir yerde tıkanıldığını biliyordu Goldwyn. Günün birinde yazarları toplayıp komutunu verdi: "Hadi bakalım, yeni klişeler üretin." Yazarlara değer verirdi. "İyi bir öykü yazacaksa şeytanı bile işe alırım," derdi. Onun için bir filmin belkemiği, öyküsüydü: "Büyük bir film, büyük bir öyküyle başlayabilir. Su nasıl kaynağının üstüne çıkamazsa, bir film de öyküsünün üstüne çıkamaz." Ama "yazılı metin"den pek bir şey anlamadığı bilinirdi. İşte Harry Tugend'in sözleri: "Sam, senaryoyu kavrayamazdı. Onun dehası, çekimden sonra iş kopyasını izlerken ortaya çıkardı. Doğruyla yanlışı ayırabilecek korkunç bir sezgisi vardı." Goldwyn'in bir sözüyle bitireyim: "Ölmeyen Aşk'ı (Wuthering Heights) ben yaptım. Wyler sadece yönetti."
GERÇEK BİR HİKAYE Sinema salonları, çocukluğumda, ilkgençliğimde, Nasreddin Hoca'larla dolu olurdu. Beyazperdeye laf atılırdı boyuna. Hele taksitle satış yapan Rıdvan Umay mağazasının reklamlarında hiç şaşmazdı bu. Kamera karşısına sıralanmış mayolu on kız, parmaklarını sallayarak, "Rıdvan Umay, Rıdvan Umay, Rıdvan Umay" derlerdi. Ama onlar tam parmaklarını sallamaya başlayacakları anda, salondan biri mutlaka bağırırdı: "Sizi kim... öptü?" Aşağıdaki gerçek olay fıkrayı aratmıyor. Haldun Taner anlatmıştı.
Sinemada bir yerli film gösteriliyor. Baş rolde dönemin ünlü jönü Muzaffer Tema. Ama filmde senkron kaymış. Biri ağzını açıp kapatıyor. Çıt yok. Ses iki saniye sonra duyuluyor: "Merhaba..." Ya da durup dururken paaat diye bir gürültü. Görüntü arkadan geliyor: Çarpılarak kapatılan bir kapı... En duygulu sahnelerden birinde Muzaffer Tema keman çalacak. Masanın üstünde duruyor keman. Muzaffer Tema yaklaşıyor. Elini uzatıyor... Tam o sırada balkondan bir ses: "Sen zahmet etme, ağabey, o kendi kendine çalar!"
|