Sinema seyirciliğinden film seyirciliğine
Bu hafta Onat'ın (Kutlar) Sinema Bir Şenliktir'ini okudum yeniden. Sinema hala şenlik midir, bilemiyorum, ama bir zamanlar bizim için kesinlikle şenlikti. Törenle yaşadığımız bir şenlik. 1940'ların Antep'inde ne çok sinema varmış meğer! En ünlüleri Nakıp'tı. Nakıp Ali'nin sineması. Sonra Yıldız, Dumlupınar, Baydar, Şehir. Başkaları da eklendi bunlara. Çocukluğumu şenliğe çevirdiler. Her gece film oynatılırdı da, her gündüz oynatılmazdı. Çarşamba, cumartesi, pazar. Bu günleri beklerdik. Bir de bayramları. Bayramların keyfi başkaydı. Genellikle dört film birden gösterilirdi. Üstelik biri "36 kısım tekmili birden". Sabahleyin girerdik sinemaya, akşamüstü çıkardık. Dev Adam'ı, Görünmeyen Adam'ı, Yüzbaşı Amerika'yı yılda üçdört kere izleme olanağını bulurduk. Dev Adam'ın yeri ayrıydı. Hele yanında King Kong da varsa. Bir de Tarzan filmi. Bayram o zaman bayram olurdu işte.
Çarşamba hangi sinemaya gideceğimize pazartesiden karar verirdik. Errol Flynn'in, Gary Cooper'ın, Tyrone Power'ın ya da John Wayne'in bir filmi oynuyorsa sorun yok. Laurel-Hardy oynuyorsa da sorun yok. "Tekmili birden" lerden ne olursa olsun, yine sorun yok. Frankenstein, Kurt Adam filmlerinden de. Arap filmiyse, bir bakalım. Emine Rızık'sa değmez. Yusuf Vehbi'den zaten usandık. Onlar cumartesiye kalsın. Ama Leyla Murat kaçırılmaz. Çarşambaları öğleden sonra iki buçukta başlardı film. Biz 12'de sinemanın önünde toplanırdık. Meyan şerbetçilerinden siftahımızı yapardık. Sonra gişeye dayanır, Tarzan Maymun Adam'ı kim bilir kaçıncı kere anlatırdık birbirimize. Arada bir de homurdanırdık: "Daha ne kadar bekleyeceğiz?" Homurtular artınca sinemacı dayanamaz, bir buçukta açardı kapıyı. Koşarak girerdik içeriye. Taş ya da ahşap karanlıkta uzun süre koltuk beğenemezdik. Koltuk dediğim tahta iskemle. Geçmiş filmlerden sahneler bu kere oynanarak anlatılırdı. Salonda dolaşan meyan şerbetçiler taslarını çıngırdatmayı bırakır, gülerek bizi seyretmeye koyulurlardı. İki buçuk. Filmin başlama saati. Bilirdik filmin başlamayacağını. Yine de el çırpar, ıslık çalardık. Bu da törenin bir parçasıydı. Üçe doğru ilk zil. Alkış kopardı. Üçüncü zilde doruğa çıkardı alkışlar. Projeksiyon odasından bir hırıltı yükselir, bez perdede beliren ormanlarda, çöllerde, kovboy kasabalarında yerimizi alırdık . Sinemaya gitme keyfiyle film seyretme keyfini birlikte yaşamak isterim. Dev televizyon ekranı bile köhne bir sinemanın yırtık perdesiyle yarışamaz bence. Sinemaya "tam zamanında" yetişmeyi sevmem. Hiç değilse on dakika önce gitmeliyim. Sinemayı solumalıyım. Sinema sevgisi olmadan film sevgisi olur mu?
Sadece Antep'te değildi köhne sinemalar. İstanbul'a geldiğimde, Sultanahmet'te Alemdar'ı, Çarşıkapı'da Azak'ı, Şehzadebaşı'nda Turan'ı hiç yadırgamamıştım. Çemberlitaş, hele Beyazıt'ta Marmara bayağı lükstü. Beyoğlu'nda Şark, Şık, Yıldız, İpek de öyle. Saray'ın, Melek'in, Lale'nin, Atlas'ın görkemini ise düşümde görsem hayra yormazdım. Rita Hayworth'la Larry Parks'ın İlham Perisi, Antep'te Baydar'da karşıma çıksaydı, eh işte der geçerdim; ama Atlas'ta "şaheserler şaheseri"ydi. Onun için, arada bir televizyonda gösterilen bu filme ne zaman göz atsam eski Atlas Sineması gelir aklıma. Tek örnek bu değil. Birçok film sinemalarla özdeşleşmiştir bende. Şöhretin Sonu'nu İpek'le, Şeytan Kadın Gilda'yı Melek'le, Felaket İncisi' ni Yıldız'la, Yeşil Yunus Sokağı'nı Alemdar'la, Dimitrios'un Maskesi'ni Lale'yle, Yakut Gözlü Kız'ı Ar'la hatırlarım. Bazı filmler gösterildikleri sinemaların önüne geçmişlerdir elbet. Sözgelimi, Kazablanka her yerde Kazablanka'dır. Kahraman Şerif her yerde Kahraman Şerif'tir. Ama filmlerin üstüne çıkan sinemalar da vardır. Vardı. Şimdi de var mıdır? Sinemaya gitmek, bir törene katılmaktı. Şimdi de bir törene katılmak mıdır? Bir şenliği yaşamaktı. Şimdi de bir şenliği yaşamak mıdır? Yoksa biz artık sadece film seyircisi mi olduk?
|