Aliye'yle Ayhan...
Salı akşamı televizyonlarda, hemen hemen aynı saatlerde iki ayrı aşk hikâyesinin görüntüleri akıp gitti. Biri kurmaca, biri gerçek! İlk bakışta benzeşmez gibi görünen hikâyelerin pek çok ortak yönü vardı aslında. Hatırladığımız kadarıyla, Aliye dizisindeki sorunlar, kocasının "yasak aşk" ıyla başlamıştı. Yine hatırladığımız kadarıyla, Aliye daha eşinden boşanmamışken, yani "evli" bir kadınken "doktor" a tutulmuştu. Belgeseldeki hikâye de öyle değil miydi? Orada anlatılan "yasak aşk" ın kahramanları olan Adnan Menderes de, Ayhan Aydan da; evliyken o fırtınalı yolculuğa çıkmışlardı. İlk hikâyenin, Aliye'nin sonunu bilmiyoruz. Her şey bir "insan" ın kararına bağlı... Senarist ne derse o olacak... Ekrandaki "kurmaca" dizinin "kader" ini "profesyonel" bir insan çizecek. Bunu yaparken belli ki pek çok şeyi düşünecek: Ticari kaygılar, reyting, toplumun genel "arzu" larına ters düşmeme... Bunu bildiğimiz halde, yani bizim gibi bir "ademoğlu" nun hayal gücünden ibaret olduğunu bile bile, o "dizi" de neler olacağını merakla bekleyeceğiz her hafta...
Aynı akşam, hemen hemen aynı saatlerde yayınlanan "Adnan Menderes-Ayhan Aydan aşkı" nın yaratıcısı ise "insan" değil. Trajedinin repliklerini yazan insanoğlu değil: Kader! Tamam... Kahramanların hatalarıyla örülüyor her şey... Tamam... İsteyerek ya da istemeyerek "insan" ın attığı adımlarla çıkılıyor o yolculuğa. Lakin... Yolculuğun nereye varacağını "yolcu" lar bilebilse; kimbilir "kaç" ı yırtıp atardı biletlerini daha binmeden trenlere? Can Dündar'ın belgeseli öngörülemez "kader oyunları" yla bitti. Âşıkların yolları ayrıldı... Doğan bebek öldü... Askerler darbe yaptı... Aşkın "öteki" kahramanı İmralı'da idam edildi. "Dünyam" bebek, ancak birkaç saat yaşayabilmişti... Trajedi bitmemişti ama... Ayhan Aydan'ın 15 yaşındaki oğlu kazada öldü... Menderes'in iki oğlu talihsiz biçimde hayata veda etti... Üçüncü oğlu, geçirdiği trafik kazası sonunda felç oldu... Hayat acılarla örüldü... Hayır, trajedinin sonunu, başlangıçtaki "aşk öyküsü" yle ilişkilendiriyor değiliz... Can Dündar; yine her zamanki usta anlatımı ve kurgusuyla, o "aşk"ın "saf ve temiz" bir macera olduğunun altını çiziyor zaten... Hayat; bedelini zaten yaşarken ödetiyor "kişisel" acılarla... Söylemek istediğimiz başka: Ortada ekrana taşınan; "kader" imzalı büyük bir trajedi var... Üstelik, kahramanlarını da aşan, tüm Türkiye'nin yaşadığı "bir uzun hikâye", o gece anlatılan... Etkileri belki de bugüne kadar süren bir askeri darbe, Yassıada, yasaklar, cezaevleri, idamlar, sarsılan politik dengeler, vesaire, vesaire... Peki hangisi kendine daha çok bağladı izleyenleri? Aliye'nin "kurmaca" öyküsüyle, gerçek bir trajedinin ekran "reyting" lerini karşılatırmak değil amacımız... Evet... Sanal öykü zirve yaptı... "Sahici" si gerilerde kaldı izlenme listelerinde... Ama "buz" la "ateş" in sıcaklıklarının kıyaslanması gibi bir şey olurdu bu... Yanlış olurdu... Tamam, genç kuşaklar için "tarih" e dair bir şeydi anlatılan... Benim on sekiz yaşımdan 55 yıl geriye gidildiğinde, Abdülhamit sonrası "İttihat Terakki" dönemi neyse, bugünkü gençler için de öyle bir şeydi anlatılan... O kadar eski yani... Lakin; Tek "sebep" bu olabilir mi?
Gerçek hayat belgeselleri, neden "kurmaca" senaryolara dayanan öyküler kadar kancasını atmaz yüreğimize? Biz neden hayal mahsulü dizilerin, rüya misali filmlerin, sinemaların içinde buluruz kendimizi daha çok? Hayal sinemalarının? İlkinde ne yaşananı geriye çevirmek mümkündür; ne de yaşananı çizen kadere hükmedebiliriz... O yüzden belki de; "final" ini kendimiz yazdığımız filmlerin sinema salonlarındadır yerimiz... Işıklar söner ve perde... Pekala değiştirebileceğimiz, değiştirebileceğimizi bildiğimiz, o "final" sahnesi, o "son" yazısıdır, "kader" e karşı en büyük "zafer" imiz!
|