Dan Dan Dans!
İnsan yaşamında en unutulmaz dansın "Evlilik Dansı" olduğu söylenir. Ne büyük bir yanılgıdır bu!.. Ne kadın gelinliğin, ne de erkek damatlığın içinde rahattır oysa... Üstünde üniformaya dönüşmüş elbiseyle insan nasıl doğal olabilir, sevgilisinin tenini, dokunuşunu hissedebilir? Bu dansın müziği de mutlaka "La Cumparsita" dır. Düğünlerin vazgeçilmezi olan bu şarkı 1917 yılında, Uruguaylı Mathos Rodriguez tarafından bestelenmiştir. Genç besteci şarkının telif haklarını editör Ricardi'ye satar. Aldığı tüm parayı da bir at yarışında kaybeder. Yani, insanların "mutluluğa" adım atarken yaptıkları dansın müziği, mutsuzluk getirmiştir bestecisine!..
MUSİKİ İHTİYACI Türk kültüründe, kadının erkekle dansı Cumhuriyet'in ilanıyla başlar. 1923 öncesinde, bir kadının müzik eşliğinde tek başına dans etmesi "kadın oynatmak" olarak değerlendirilirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk yıllarındaki tutanaklarına göz atacak olursak, kadının müzik eşliğinde oynaması ya da dans etmesi konusunun hararetli tartışmalara yol açtığını okuruz. Bu tartışmalar sırasında kadınların savunucusu Besim Ömer Atalay olmuştur: "Musiki zevki insan için bir ihtiyaç değil mi, bunu da mı inkar edeceksiniz? 4. Murat sigara içeni astı, çarmıha gerdi, ama başa çıkabildi mi? Tarih okumadınız mı? 4. Murat'ın sigara içiyorlar diye çarmıha gerip omuzlarına mum diktirdiği mahkumların başına koyduğu nöbetçilerin de o mumlardan sigaralarını yaktıklarını bilmiyor musunuz? Daha düne kadar, ellerinde zillerle, kadın kılığına girerek oynayan oğlanlar (köçek) vardı. Ve bunları her yerde, en büyük eşrafımız dahi oynatırdı." Besim Ömer Atalay, Amerika'ya gitmek için bilet aldığı gemiyi kaçırınca çok üzülür. Birkaç gün geçince aradan hem sevinir, hem de üzülür; çünkü, bilet aldığı gemi Titanik'dir!.. Titanik'de yapılan son dansı göremeyen Besim Ömer Paşa'ya (Atalay) dansla başlayan evliliklerin en doruk noktası olan doğumhane kapısını da borçluyuz! Doğudan yükselen ışık gibi aydınlanma tarihimizin en saygın, en değerli isimlerinden biri olan bu güzel insan ülkemizde ilk viladethaneyi, yani doğum hastanesini 1892 yılında kurmuştur. Dönemin yobaz ve gerici çevreleri tarafından "şeytan" ilan edilen, "piçhane" kurdu diye saldırılan Dr. Besim Ömer Atalay'ın cesareti ve yürekliliği sayesinde kadınlarımız bilimin ellerinde sağlıklı çocuklar doğurabilmektedir.
SARAYDA DANS Besim Ömer Atalay'ın "en büyük eşrafımız" diye bahsettiği hiç şüphesiz ki, Osmanlı padişahıydı. "Köçek" ve "tavşan oğlan" adları verilen erkeklerin dans ettikleri Osmanlı sarayı, batılı anlamıyla ilk dansla 3. Selim zamanında tanışır. Her şey, Sicilya elçisi Le Comte de Ludauffe'nin, 3. Selim'in kızkardeşi Hatice Sultan'ı kasrında ziyaret etmesiyle başlar. Elçi, ziyaret sonrası kente geri dönmek için bindiği kayıkta, Hatice Sultan tarafından konulan çok değerli armağanlar olduğunu görür. Bu ince davranışın altında kalmak istemeyen Ludauffe, genç ve güzel kızını hazırlattığı armağan sandığını sunması için saraya gönderir. Matmazel de Ludauffe, Fransa'nın eski İzmir konsolosunun kızı Matmazel Amoureu ile birlikte gittiği sarayda, Hatice Sultan ile müzik konusunda sohbete dalarlar. Öyle bir an gelir ki, iki Avrupalı kız, kalkıp dans etmeye başlar. Çengilerin tekdüze atlayıp zıpladıkları dansa hiç benzemeyen bu yeni dans karşısında herkes çok şaşırır. Şaşkınlık, 3. Selim'in tüm olup biteni bir paravanın arkasından izlemekte olduğunun öğrenilmesiyle daha da artar. Padişah, gizlendiği yerden çıkarak misafirleri armağanlara boğar. İşte, o günden sonra da Avrupa dansı sarayın cariyelerine öğretilmeye başlanılır.
DOĞA DANS EDER Ülkemizde, şairler arasında erkeklerin çoğunlukta olmasından dolayı olsa gerek, şiirimizde dans etme konusuyla çok az karşılaşılır. Dans etmeyen bir şiirimiz olduğunu söyleyebiliriz. Edip Cansever'in "Çarliston Günleri"ni ve "Tangolar" ı anımsadığı şiirlerinin yanında, beni en çok etkileyen Süreyya Berfe'nin şu iki dizesidir: Anasıyla babası dans ederken Samanyoluna baka baka uyudu çocuk. Sahi, kaç çocuk vardır, annesiyle babasını dans ederken gören? Kavga ederlerken gören çoktur!.. Peki ya dans? Yeri gelmişken, bir de benim İstanbul vapurlarına şairlerin adlarını vererek yüzdürdüğüm şiirimdeki dizeleri okuyalım: Cemal Süreya vapuru akşamüstleri giyince ışıklı elbisesini ince bir duman savurarak havaya dansa kaldırır Kız Kulesi'ni Dünyanın en çok, 1900'lü yılların ilk yarısında yaşanılan iki büyük savaş arasında dans ettiği kabul edilir. Bu dönemde dans tutkusunun sinemayı da esir aldığı gözlemlenir. İzleyiciye neşeli zaman geçirten müzikal filmlerin mantar gibi bitmelerinin yanında, bir dans yarışmasında yaşanılan dramları ele alan "Atları da Vururlar" adlı film, sinemanın klasikleri arasına girmeyi başarır. İstanbul'da "Dan Sokağı" var ama "Dans Sokağı" yok!.. Ne demektir ki dan?.. Dan Sokağı'nda çocuklar ellerinde oyuncak tabancalarla birbirlerine "DanDan" diye ateş ediyorlardır. Dans Sokağı'ndaki çocukların oyunlarını düşleyebiliyor musunuz? Bunca lafı iki insan arasındaki dans için arka arkaya sıraladık. Peki ya, yıldızların gecenin siyah kumaşıyla, rüzgarın yapraklar ve çiçek tozlarıyla, dalgaların yosunlarla, çakıltaşlarıyla olan dansı?.. Doğa dans eder; insanlar etse de, etmese de!..
|