Kar yağıyor
Kış, beyaz bir oyuncaktır çocukların ellerinde. Karın yağmadığı, saçakların buzdan dişlerini takmadığı bir kış mevsimi, oyuncaksız bir çocuk odasından farksızdır. Bu yüzden olsa gerek, fotoğraf albümündeki çocukluk fotoğraflarımıza bakar gibi dalar gideriz kar kürelerine. "İstanbul'da Bir Zürafa" adlı kitabımın kapağı için bir kar küresi düşünmüştüm; başını kaldırmış, kar serpintisini şaşkınlıkla seyreden bir zürafa ve arkasında İstanbul'un silüetinin görüldüğü bir kar küresi. Sahi, içinde İstanbul'un olduğı bir kar küresi neden yapılmaz? İstanbul'un beyaz şalını omuzlarına aldığı günlerde, sokaklarda, bahçelerde en çok oynanan oyun kartopudur. Ama, 1935 yılında kartopu oynayan çocuklardan şikayetçi olanların sayısı öylesine artar ki, 17 Şubat gününde, soğumasın diye sıcak bir ekmeğin sarıldığı "Vakit" gazetesinden, kentte bu oyunun yasaklandığını öğreniriz: "Belediye, talimatnamesine mugayir olan bu hareketin kati surette önüne geçilmesini alakadarlara bildirmiştir. Bundan sonra kartopu atanlar hakkında hemen polisce zabıt yapılacak ve küçüklerin de velileri tahkik edilerek para cezası alınacaktır."
İSYAN BAYRAĞI Pencerenin önüne oturmuş, kar yağışını seyrederken, hiç tanımadığı yoksul insanları düşünüp, üşümeyen var mıdır? Beyaz renk her ne kadar teslimiyet anlamına gelse de kar, unutulmuşluğa, umarsızlığa açılan bir isyan bayrağıdır. Bu yüzden ben de, bir kar öyküsü olarak, kimsenin anımsamadığı bir kitabın ilk satırlarını okumaya davet ediyorum sizleri: "Hatırlar mısın karın lapa lapa yağdığı günleri.. Bahçekapı durağını hatırlar mısın? Sonra Yağcılar sokağı... Sonra sabah temizliği yapan takunyalı, bellerinde yağ fıçılarının meşinleştirdiği peştemallarıyla tombul yağcı çıraklarını... Ya elmacık kemikleri morarmış küçücük simitçi, şimdi kimbilir hangi sanatoryumdadır. Bilinmez." Yalnızca kar altında simit satan çocuğa ne olduğu değil, bu satırların yazarının adı da bilinmez!.. "Bahçekapı Durağı" adlı kitap, İstanbul'un tramvaylı günlerinde yaşanan karşılıksız bir aşkın öyküsüdür. Yazar, kendisine ilgi göstermeyen, o yılların ünlü bir voleybolcusu ve gözü yükseklerde olan genç kıza seslendiği kitabında, otomobil hakkında şunları söylüyor: "Henüz hiçbir otomobil fabrikası, silindirlerin içine aile saadetini getirecek iyi hisleri koyamıyor. Öyle ise, lüks bir demir parçasına bu rağbet niye? İşte yıllar yılıdır aklımın almadığı alçaklık bu ya."
BEYAZ BİR ÖLÜM Abidin Behpur Tapaner'dir yazarın adı. Hürriyet Gazetesi'nde foto muhabirliği yapan Tapaner'in ceseti, 25 Ocak 1963 tarihinde bir otomobilin içinde bulunur. Yirmi beş yaşındaki genç gazeteci, iki arkadaşıyla birlikte gider ölüme. Trafik kazası mı? Hayır, geride bıraktığı tek kitabına kar yağışını anlatarak başlayan Abidin Behpur Tapaner, donarak ölür! Silindirlerinin içine "aile saadeti" nin konamadığı ve kar taneciklerinin kefen gibi örttüğü bir otomobil tabut olur, bu güzel yüreğe. Hem de uzaklarda, Anadolu'nun Doğu'sunda ıssız bir yolda değil, İstanbul'a sobanın yanına sokulan bir kedi kadar yakın... Paris'e giden Kadir Raşit Paşa, İspanya sınırına yakın bir yerde bulunan bir Fransız köyünü öylesine çok sever ki, soyadı kanunu çıktığında, o köyün adını alır soyadı olarak. Çocuk doktoru Kadir Raşit Paşa'nın yeğeni Melih Cevdet de, o köyün adını şiir kitaplarının kapağına taşır: "Anday"
ANDAY'IN 'RÜYA'SI Melih Cevdet Anday'ın "Rüya" şiirinde kar yağar, "incecikten": Bir rüya gördüm gündüz uykusunda İncecikten bir kar yağıyordu Sabahat'im hasta yatağında doğrulmuş Bir aydınlığa bakıyordu İncecikten bir kar yağıyordu Bahriyeli ağabeyimi düşünüp Erzincan'da annem ağlıyordu. Kar yağıyordu. 1941 yılının 23 Haziran gecesi, saat 22.30'da, "Refah" adlı yük gemisi, Mersin Limanı'ndan ayrıldıktan beş saat sonra kimliği belirsiz bir denizaltı tarafından torpillenerek batırılır. Akdeniz'in mezar olduğu 167 yolcu arasında, İngiltere'ye sipariş edilen "Oruçreis", "Muratreis", "Burakreis" ve "Uluç Alireis" adlı dört denizaltıyı teslim almaya giden subay, astsubay ve erler de vardır. Fransa'daki küçük bir köyün adı ülkemizde yalnızca Melih Cevdet'in kitap kapaklarında değil, bu saldırı sonrasında ölenler listesinde de okunur: "Nejat Anday". Melih Cevdet Anday'dan yedi yaş büyük olan "Bahriyeli" ağabeyi, eğer yaşasaydı, "Uluç Alireis" adlı denizaltının komutanı olarak çıkacaktı annesinin karşısına. İngilizler'den üç denizaltıyı alırız sonradan ama Uluç Alireis'i II. Dünya Savaşı'nda kullanmak istediklerini söyleyerek vermezler. 18 Nisan 1943'de, bir Alman denizaltısı tarafından Afrika'nın batı kıyıları açıklarında batırılan Uluç Alireis, kendisini iki yıldır denizin dibinde bekleyen ilk kaptanına kavuşmuş olur.
|