Çalınmış hayatlara dair!..
Bazen bir kurşun, bazen bir bomba... Bazen paslı bir hançer gibi hayatın bağrına saplanan kahır ve kederler... Erkenden bitirir hayatı... Çalar, yaşanacak bir ömürden geri kalanı... Çaldığı gibi Abdi İpekçi'nin de hayatını... Yalnız onun mu? Sağdan ya da soldan, ne fark eder; uğursuz zamanlarda heder olup gitmiş genç ömürleri... Karınca incitemezken kendileri, hunharca katledilmiş apaydınlık yazarları çizerleri... Sınır boyunda nöbet tutan neferleri; ders kitabı kana bulanmış profesörleri... Her biri kendilerinden insafsızca çalınmış hayatların kurbanlarıdır... Ya da... Yarım kalmış hayatların... Abdi İpekçi öldürüldüğünde, 50 yaşına yeni basmıştı daha... Yaşanacak nice uzun yıllar vardı önünde, bırakılsa... Bugünlerde cezaevinden salıverilen "katil"i de, yani ömrünün hırsızı da elli yaşına girecek biriki yıl sonra... Şimdilerde; ellisinden sonra bir hayatı yaşamaya hazırlanıyor besbelli... "Kurban"ının sustuğu yaşta başlayacak "yeni" hayatına, heyecan(!)la... Geçenlerde hayretle ve hayranlık(!)la bakmış eline ilk kez tutuşturulan "cep telefonu"na da... Öyle yazıyor gazeteler... Cep telefonu? Abdi İpekçi, hiç cep telefonuyla konuşmadı, biliyorsunuz değil mi? Hayalini bile kurmadı, kuramadı... Biliyorsunuz... Daha neler mi yapamadı, daha neler mi yaşayamadı? Erken ölümler bazen yalnızca "erken" yazılan bir ölüm tarihidir "ölüm ilanları"nda... Peki, kim çetelesini tutacak, kim söyleyecek neler olup bittiğini "yaşanmamış" zamanlarda? İşbu yazı, "çalınmış bir hayat"ın ne demek olduğu daha iyi anlaşılsın diye; bütün yarım kalmış "ömür" lere dair, hiç çıkılmamış yolculukların, hiç yazılmamış ve yazılmayacak "seyir defteri"dir...
Evet, Abdi Bey, cep telefonuyla konuşmadı hiç... Nasıl bir şey olduğunu bile bilemedi... Ülkesindeki onlarca özel televizyon kanalı, uydulardan yüzlercesi... Renkli televizyon da izleyemedi memleketinde, özel radyolara da kulak veremedi... Ne Sovyetler'in çöküşüne tanık oldu, ne Berlin duvarının yıkılışına... Bir gün kendisinin de kurban olacağını belki de hiç düşünmediğisiyasal cinayetlerin, ülkeyi bir karanlığa sürüklediğini sezebiliyordu ama, 12 Eylül Darbesi'nden de, Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığından da haberi olmadı hiç... Turgut Özal adını bilse de, Türkiye'ye damgasını vuracak "Özallı Yıllar"ın neleri değiştireceğini aklının ucundan geçirmedi besbelli... İkinci boğaz köprüsünden hiç geçmedi... Yazılarını bilgisayarla yazmadı bir kez bile... Arabasında, evinde tuşlarına dokunacağı bir diz bilgisayarı olmadı. Dünyayı bir "futbol topu" kadar küçülten ve "internet" denen "büyük devrim"in heyecanına ortak olamadı... Futbol?.. Lisesinden mezun olduğu takımın UEFA, hatta Süper Kupaları kazanmasına sevinemedi ağırbaşlı çığlıklarla... Ne baba-oğul Bush'ların dünyanın başına belalar açtığını gördü; ne Clinton adlı bir başkanın, Beyaz Saray maceralarını okudu gazete sayfalarında... Öte yandan, ülkeyi 15 yıl kan gölüne çevirecek PKK terörünü bilmediği gibi Abdullah Öcalan ismini de hiç duymadı... Yalnız onun adını mı? Bütün dünyanın tanıdığı Tarkan'ın da... Naim'in de... İstanbul'un ve öteki büyük şehirlerin ışıltılı alışveriş merkezlerine gidemedi... Yoktular çünkü... Ne CD'lerden, ne DVD'lerden, ne dijital teknolojiden müzik dinleyip film izleyebildi... Yoktular çünkü... Tayyip Erdoğan'dan da habersizdi;daha önce Tansu Çiller'den, Mesut Yılmaz'dan habersiz olduğu gibi... Dokuz üyesi olan Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu biliyordu ama; 25 üyeli Avrupa Birliği'nde Türkiye'nin uzun yolculuğunu izleyemedi. Medya Plaza'ları hayal edemedi, hiçbirini tanımıyordu bugünkü gazete patronlarının; genel yayın yönetmenlerinin ve yazarlarının çoğunu da tanımadığı gibi... Bir de... Bir de "Babam ve Oğlum"u seyredip dökemedi gözyaşlarını yüreğinin içine doya doya... "Yarım kalmış hayatlar"a...
|