Sezen Aksu dersleri
Geçen bayram, Türkiye'nin "başına gelen" en güzel şeydi Sezen Aksu...
Belki... Bayram yine bayram olurdu her şeye rağmen... Yani, toplu ölüm haberlerine, salgın hastalık korkularına,vicdan kanatan adaletsizliklere rağmen yine güzel olurdu belki bayram... Çünkü, insanoğlunun en büyük "mucize"siydi,etrafını çeviren karabasan karanlığına karşın, kendi rüyasının iç aydınlığını büyütebilmek, her seferinde... Lâkin... Bunun için bile "bir şey"e ihtiyaç olurdu yine... Sezen Aksu o "bir şey" di işte bir bayram gecesinde Size, bize, hepimize kendimizi iyi hissettiren... Bir de "bedava"dan derslerle...
Bu bayram; şehri birlikte paylaştığımız milyonlarca insanımızla birlikte İstanbul nöbetlerindeydik... Yahya Kemal'in şiiri bir parça "hâl" değiştirdi, yağmurlu ve puslu İstanbul öğleden sonralarında: "Sana uzun bir bayramdan baktım İstanbul!" oldu haliyle... Gördüğümüz, görmeyi beklediğimizdi aslında...Ne bayramlar görmüştü koca şehir "dersaadet" zamanlarından bu yana...Ve daha ne bayramlar görecekti kimbilir, kana kana... İçinde biz olmamıştık vakti zamanında...Ve bir zaman gelecek, içinde yine biz olmayacağız...Dalgalar olacak ama...Bir de şarkılar, İstanbul akşamlarında mırıldanan... "Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan..." Rüyanın, bizim yaşadığımız "kısacık bir anı" karabasana dönmediyse şayet, kısacık kadının şarkılarındandı...O gece anladık...
Gelelim bayram derslerine... İlk dersi Sezen'den önce "ev sahibi" verdi herkese... Yılmamak, yıkılmamak, bıkmamak, usanmamak diye bir şey varsa, "asılmak" diye bir şey varsa inadına,o dersin öğretmeni "Beyaz" oldu bayramın son akşamında... Dersin adı: "Vazgeçmeyin asla... Bir gün mutlaka!" Öteki dersleri Sezen Aksu verdi canlı yayında birbiri peşi sıra... Sakin bir makineli tüfek gibi... Makineli tüfek gibi ama; öyle bildiğinizden değil: Üzerimize yıllar yılı pervasızca sıkılmış; yüreklerimizi, inançlarımızı, değerlerimizi delik deşik etmiş mermileri, makineli tüfek gibi, aynı hızla geri aldı namlularına... Canlanıp ayağa kalktık tozlarını silkelediğimiz insanlığımızla... Ya "iyi" hissediyorduk kendimizi...Ya da "iyi" olmuştuk işte düpedüz... Bir de "televizyon" dersleri vardı ki, cabası... Ya "iyi" şeyler pekala izleniyordu işte; gerek yoktu şeytanın ayak altında avlanmaya... Ya da...İyiler "hâlâ" çoktu işte, bizi kötülüklerden koruyan çatıların altında... Galiba en büyük ödülü de buydu ki gecenin; iyilerin "sessiz" çoğunluğu çoktandır ilk kez ses verip hakim oldu rakamların tartışılmaz hegemonyasına, memleket coğrafyasında... Son dersi ise bin kere duyup okusanız, yine de bin kere yazmalı ak kağıtlara: O ak kağıtlar ki; hayatın fotoğrafını kendi "devasa portreleri"yle doldurdukça "büyüdüklerini" sananların hikayeleriyle "kara" lanmıştır yıllarca... Oysa: "Gücün bütün yollarından geçtim, karanlıkta bir yüz olmayı seçtim, anladım ki benim için yaşamak budur, bir işe yaradığını bilmek ve fotoğrafta görünmemek..." Gece saat ikiyi geçiyordu, küçük kadın son dersi de ekrana yazdığında...
|