|
|
|
|
|
Çamurda ekmek pişiyor
|
|
Kadınların ekmek pişirdiği tandırın yanında kanalizasyon akıyor. Bir köşede çöp kutusu, yerler çamur ve pislik dolu VAROŞLARIN kendi içindeki statülerini yakacakları belirliyor: Doğalgaz, kömür, sağdan soldan toplanan meyve kasaları BEZ parçaları ya da eski naylon ayakkabılar. Buradakiler son kategoride. Kışa karşı yakacak toplama telaşındalar.
Ben, muhabir arkadaşlarımız Pervin Metin, şimdi askerlik için gün sayan Güngör Karakuş ve şoförümüz Rıdvan paralı yoldan Edirne'ye gidecekmiş gibi gişelere yönelip sağdan kıvrılıyoruz. İkitelli Olimpiyat Stadyumu'na uzaktan bakan yamaçlardaki Ayazma'ya giriyoruz... Burası cüce kentlere benzeyen diğer varoşlardan çok farklı. 1984 yılındaki dört kata kadar izin veren gecekondu affından sonra varoşlar da kendi içinde viteslenmişler. Bazı varoşlar büyüyüp kendi varoşlarını doğurmuş. Burası öyle değil. Dükkanının yan tarafına iri harflerle adını yazmış olan Sami'nin mütevazi bakkalının önündeki patikadan geçip, yolun sonundaki yüksek gerilim hatlarının altında toplanmış kadınların yanına kadar gidiyoruz. Varoşların kendi içindeki statülerini, kullandıkları yakacaklar belirliyor: Doğal gaz, niteliksiz kömür, sağdan soldan toplanan sebze meyve kasaları, bez parçaları ya da eski naylon ayakkabılar. Buradakiler daha ziyade sondaki kategoriye giriyorlar. Rastladığımız kadınlar da gelmekte olan kışa karşı çalı çırpı toplama telaşındalar.
SU BİLE YOK Arabadan iniyoruz. Erzurum'dan otuz yıl önce gelen, 40 yaşındaki Hamiyet Uzun dışında kimse bizimle konuşmak istemiyor. Önce Erzurumluların, daha sonra da Karslıların, Ağrılıların, Vanlıların, Siirtlilerin geldiği, ama hiç birinin baskın bir kimlik oluşturamadığı bu gelişmemiş bölge otuz yıldır varmış... Su ise iki yıl önce gelmiş. Hamiyet Uzun şimdi kendi evini gelinine bırakıp bir başka eve taşındığı için sudan gene yoksun. Su gelmiş ama her evde su yok. Üstelik şimdi oturduğu gecekondunun tuvaleti de dışarıda... Henüz mahallenin aşağılarına gitmediğimiz için Hamiyet Uzun'un nispeten şanslı olduğunun farkında değiliz. Çünkü kocasının işi var, dört çocuğu ise okuyor... Kendisinin yakalayamadığı insanca yaşama imkanının, olmayan suyun, dışardaki tuvaletin rövanşını zar zor okuttuğu çocukları aracılığıyla alma umudundu... Dileriz bu umudu gerçekleşir, gerçekleşmezse Türkiye'yi sarsacağından korktuğumuz enerji biraz daha bilenmiş olur.
HAFTALIK EKMEK Arada altmış bir yaşındaki, dokuz çocuk sahibi Yaşar Demir'in kahvesinde duraklıyoruz. Bizlere çay ikram ediyor. Ortalıktaki gençlerin nasıl bunaldıklarını, geçici işlerde boğaz tokluğuna çalışıp sonra yeniden "işsiz" olarak mahalleye nasıl döndüklerini dinliyoruz burada. Mahallenin dahaaşağılarındaki umutsuz tabloyu görmeden evvel beni heyecanlandıran iki olaydan biri, derme çatma bir göç derneğindeki sağlık elemanı, diğeri ise mahallenin en varlıklısı görünen Yaşar Demir'in kahveye koyduğu ve buralara ait değilmiş gibi duran bilardo masaları... Daha aşağılarda ise, bu dizinin benim için unutulması en zor karelerinden biri beni bekliyor. Devriye gezer gibi ağır ağır arabayla aşağılara doğru iniyoruz. Bir köşede gene bir kadın kalabalığı görüyoruz. Doğudan getirdikleri geleneklerine uygun biçimde ekmek pişiriyorlar. Kaçıp göçmüyorlar, aralarına girip taze çıkan ilk ekmekten birer parça alarak konuşmaya başlıyoruz. Van'dan gelen, kucağında çelimsiz çocuğu, otuz altı yaşındaki kadının feryat etmeden yakınan cümlelerini dinliyorum... Ekmek pişirdikleri tandırın yanından kanalizasyon akıyor. Bir köşede ise çöp kutusu var. Yerler çamur ve pislik dolu... Bu ortamda aslında çok da konuşulacak bir şey yok ama Vanlı kadın her gün ekmek alacak paraları olmadığı için ekmekleri pazartesiden pazartesiye haftalık pişirdiklerini anlatıyor. Varoşlardaki yetmezlik ve memnuniyetsizlik ifadelerini ilk kez bu kadar açık duyuyorum. Van'lı genç kadının "Allaha şükür" diyecek hali yok çünkü...
KÜÇÜK ŞEYDA Hemen yanı başında, onbir yaşındaki Ağrılı Şeyda Adıgüzel, içindeki isyanı insanı derinden hüzünlendiren bir olgunluk vekarla dile getiriyor: "Böyle yaşanır mı!" Sonra, istediklerini tek tek sıralıyor: Çocuklar için güzel bir park, mikroplar yüzünden çocukların elinin yüzünün yara olmasını engelleyecek bir kanalizasyon ve bir de kış geldiği için yakacak kömür... Şeyda'nın babası ne iş yapıyor bilmiyorum. Ancak belli ki dedesi Ağrı'da bir rençberdi. Şeyda şimdi okuyor. Dertlerini çok etkileyici bir açıklıkla anlatıyor. İnsan Şeyda'yı dinlerken kaçınılmaz olarak "onu nasıl bir hayat bekliyor" diye soruyor kendisine. İnsanoğlunun böylesine belirsiz bir ortamda yaşamasının huzursuzluğunu içinizde hissediyorsunuz.
FRANSA'DA NASIL? Ayazma mahallesinde Hamiyet Uzun'u, Van'lı genç kadını, onbir yaşındaki Şeyda'yı tanımak, onları dinlemek, çamurlar içinde pişen ekmeği, yakmak için toplanan çalı çırpıyı görmek yaşam çilelerine tanık olmak Türkiye ile Fransa varoşları arasındaki farkları da düşündürüyor.Alevli bir ayaklanma ile sarsılan Fransız banliyölerindeki yaşam ile bizim varoşlardaki yaşam aynı akmıyor. "Varoşlarda büyümüş biri olarak" Fransız banliyölerini gezen Sebati Karakurt geçenlerde izlenimlerini ve aradaki farkı Hürriyet'in ilavesinde şöyle yazıyordu: "Epey bir dolaşıyorum. Öyle birkaç saat değil, birkaç gün. Varoşlarda büyümüş biri olarak, Fransa varoşlarındaki durumu görünce şaşırdım. Burada bizim Ataşehir, Bahçeşehir gibi yerlere banliyö diyorlar. Yolu, kaldırımı, bizim en gösterişli semtlerdekilere bile bin basar. Her varoşa bir de Akmerkez'in aynısı yapılmış. Sen en ufak bir çaba göster, devlet anında destekleyici pozisyona geçiyor. Yardımsa yardım. Sağlık hizmetleri sınırsız." Yaşam standardı aynı değil ama gene de benzeyen kimi sorunlar var.
DIŞLANMIŞLIK HİSSİ Fransa'da Müslüman göçmenlerin ikinci kuşakları, Fransız vatandaşları olmalarına rağmen bir dışlanmışlık hissediyor. Mevcut çalışmalar da bunları doğruluyor. "Ortalarda fazla görünmeyecekleri" işlerde geçici olarak zar zor istihdam ediliyorlar. Hayatları Fransızlardan daha kötü. Şartları daha zor. Fransa'nın cumhuriyetçi geleneği, İngiltere'nin demokratik geleneğinden farklı olduğu için onları "beyazların" içine entegre etmiyor. Örneğin, Paris'in dışında tutuyor. Gazi Mahallesi'nde ilk girdiğim kahvede, Tuncelili oldukları için işe giremediklerinden yakınan insanlarımızla aralarında fark yok bu açıdan. Aynı dışlanmışlık duygusunu yaratan benzer durumlar. Ayrıca Fransa'nın ikinci göçmen kuşakları, sanayi sonrası döneme adım atacak bir donatım yoksunluğunun acısını da tenlerinde hissediyorlar... Sanayi devrimi sırasında genç işçi lideri Lud, kendi işlerini ellerinden alacağından korktuğu için makinalara saldırıp kırmış, diğer işçiler de onu takip etmişti. Onlara "Ludistler" denmişti. Banliyölerdeki başkaldırı biraz dışlanmışlıktan, biraz da sanayi sonrası dönemin aradığı şartlara uyum sağlamaktaki zorluktan. Onlar bir bakıma post-endüstriyel dönemin ludistleri gibiler... Türkiye'deki insanlar ise daha ziyade tekstil konfeksiyonlarında ekmeği aslanın ağzından almaya çalışıyorlar... Bunu yakalayamadığı için ramazan davulculuğundan hayat çıkarmaya çabalayanlar da var... Biz henüz sanayi döneminin şartlarını bile doldurmaktan uzağız... Gecekonduların en merak ettiği, "tapu" konusu hallolsa da, mesleksizlik sorunu nasıl çözülecek, Şeyda'ların geleceği ne olacak hep bunu düşündüm.
|
|
|
|
|
|
|
|
|