Beyoğlu'nun En Güzel Abisi... (10)
Ya Muammer, Kilis'te görev yapmış Ekstazy lakaplı bir narkotikçi tanıyor musun?" Hiç duraksamadı Muammer. "Tanıyorum tabii. Ekstazy Ekrem, şimdi narkotikte Emniyet Müdürü." Durdu, dikkatle yüzüme baktı. "Ne olmuş Ekrem'e?" "Hiiiç..." "Hiç filan deme, sen birini boşuna sormazsın..." Açıklamadan yakamı bırakmazdı. "Bir cinayet soruşturmasında adı geçti de..." Sıkıntıyla, kafasını kaşıdı. "O cinayetle ilişkisi var mı bilmem ama iyi polistir. Çok parlak bir kariyeri var. Teşkilatta da çok sevilir. Adı geçince narkotikçilerin hepsi önlerini ilikler. Senin anlayacağın adam kahraman. Bulaşmasan iyi olur derim." "Bakacağız, peki hiç hakkında dava filan açılmış mı?" "Nevzat sen dinlemiyor musun beni? Adam kahraman diyorum abi? Ne davasından söz ediyorsun. Herifin duvarları sıra sıra başarı belgesi, takdir, ödülle dolu." "Yukarıdakiler kolluyor olmasın?" "Yahu Nevzat sen de hep öküz altında buzağı ararsın. Yok abi kimse korumuyor, herif gerçekten temiz. Yerinde olsam hiç kurcalamam bu işi. Ha adama da Ekstazy filan deme, acayip gıcık kapıyor bu lakaptan." Bunu söylerken, ikaz eden gözlerle yüzüme bakmıştı. Durumun ciddiyetini bakışlarındaki ağırlıktan değil de, garsonun az önce getirdiği kahveye dokunmamasından anladım ki, aslında ben de konuşmaya takılıp kahvemi içmemiştim. "Tamam, tamam merak etme" dedim, "Bak kahvelerimiz soğudu." "Soğusun, karakolda daha iyisini içeriz." Söylediği gibi kahveleri karakolda içtik. Ali gelinceye kadar da bir daha Ekstazy Ekrem'den söz etmedik. Yardımcım Ali, Muammer'le ahbap olduğumuzu anlayınca Ekstazy konusunu açacak oldu, ama sert bakışlarımı yüzünde hissedince, hemen geri çekildi. Bu anlayışlı davranışını ödüllendirmek için karakoldan çıkınca Muammer'den öğrendiklerimi ona da anlattım. Duyduklarına hiç şaşırmadı. "Galiba Ekstazy Ekrem'le tanışmamız kaçınılmaz Başkomserim" dedi yalnızca. "Ama önce bir soruşturalım. El altından tabii. Ekstazy Ekrem'den kuşkulandığımız ortaya çıkmasın. Bakarsın adam gerçekten masumdur, boş yere üzerine gölge düşürmeyelim." "Anladım Başkomserim. Hiç merak etmeyin. Yarın sabah ilk işim bu olacak." Artık Neşe Pavyon'a gidebilirdik. Neşe Pavyon, Beyoğlu'nun Tarlabaşı'na açılan dar sokaklardan birinin girişindeki eski bir apartmanın bodrum katında yer alıyordu. Pavyonun önüne geldiğimizde saat hâlâ dokuz olmamıştı. Yine de daldık içeri. Çilem gelmeden onun hakkında bilgi almayı umuyorduk. Kapıdan içeri adımımızı atar atmaz, sigara dumanı, küf, parfüm, alkol karışımı bir koku çarptı yüzümüze. Loş bir ışıkla aydınlanan pavyonun içinde henüz kimse yoktu, ne bir müşteri, ne garsonlar... Sahne de bomboştu, derken karanlığın içinden bir klarnet sesi yükseldi. Sesin geldiği yöne dönünce, sahnenin önünde, karanlıkta kalan bir iskemleye oturmuş klarnet çalan bir adam gördüm. Adama doğru birkaç adım attık ama o kadar güzel çalıyordu ki, elimle Ali'nin omzuna dokundum. "Dur Alicim" diye fısıldadım, "Gel şöyle oturup, dinleyelim biraz." Abartmıyorum adam gerçekten muhteşem çalıyordu, klarnetten yükselen kederli ezgiler insanın içine dokunuyordu. Bir an bu pavyonu da, sorgulamak üzere geldiğimiz genç konsomatrist Çilem'i de, sokak ortasında bulduğumuz Çetin'in cesedini de unuttum. Kendimi o büyülü sese bıraktım. Bu ses, bana dünyanın hâlâ yaşanabilir bir yer olduğunu hatırlattı, insanlık için hâlâ bir umut olduğu gerçeğini fısıldadı. Kendimi dalga dalga yükselen bu uyumlu sesin akışına bıraktım, bir anlığına da olsa yaşadığımız anın kaba, sert, acımasız gerçekliğinden kopup, ruhumu müziğin ilahi sularında yıkadım. Tabii bu uzun sürmedi, bizim sakar Ali masanın üzerindeki su şişesine çarparak yere düşürdü ve beni yeniden gerçeklerle yüz yüze getirdi. Sadece beni mi, kırılan şişenin sesini duyan klarnetçi de çalmayı bıraktı. Klarnetini masanın üzerine koyarak bize doğru baktı. Aynı anda biz de ayağa kalkmış ona yaklaşmaya başlamıştık. "Pavyon açılmadı" diye sesledi. "Bir saat sonra gelin." Hiç sesimizi çıkarmadan oturduğu masaya kadar yaklaştık. Ali çıkarıp kimliğini gösterdi. "Müşteri değiliz" dedi. "Biz polisiz, Çilem Hanım'ı arıyoruz." "Çilem Hanım mı?" Bu sözleri söylerken yüzü karanlıktan çıktı, geniş bir alnı vardı, iri siyah gözleri, ince çenesi simsiyah bir sakalla kaplıydı. Çirkin olmasına çirkindi ama insanda hoşnutsuzluk değil, keder uyandırıyordu. "Çilem Hanım mı?" derken yüzünde derin bir endişe belirmişti. Daha bizim açıklamamıza fırsat vermeden ikinci soruyu yetiştirdi. "Neden arıyorsunuz Çilem'i?" "Bir cinayet soruşturması için..." "Çeto meselesi mi?" Ali soruya soruyla yanıt verdi: "Nerden biliyorsun?" "Bilmeyen mi var?" dedi adam, siyah sakallarını kaşıyarak. "Sabahtan beri Beyoğlu bu haberle çalkalanıyor." Masadaki boş iskemleye çökerken sordum: "Adın ne senin?" "Sadi" dedi. "Sadi Klarnet..." Dalga mı geçiyordu bu adam? "Klarnet mi?" "Evet Amirim klarnet, biz Romanız." Ali'nin dudaklarına alaycı bir ifade yayıldı. Sadi bunu gördü. "Evet, yani bildiğiniz çingene" diye açıkladı hiç alınmadan. "Dedem büyük klarnet ustasıydı. Babam da öyle. Soyadı seçilirken, kayıt yapan memur, dedemi tanıyormuş, maharetlerini biliyormuş, senin soyadın klarnet olsun demiş. Böylece soyadımız klarnet olmuş." Gülümsedim. "Valla ne diyeyim Sadi, hakkını veriyorsun soyadının." "Sağolun Amirim, elimizden geldiğince çalmaya çalışıyoruz mereti işte." "Çok iyi çalıyorsun" dedim. Ali'nin aklı haklı olarak soruşturmadaydı. "Şu Çetin'i" dedi boğazını temizledikten sonra, "Sen de tanır mıydın?" "Tanımaz mıyım? Çeto'yu herkes tanırdı." "Nasıl bir adamdı?" "Nasıl olacak, Beyoğlu'ndaki yüzlerce serseriden biri..." Başını kaldırıp yüzümüze baktı. "Hayranı çoktur bu alemde... Ne yalan söyleyeyim, ben sevmezdim Çeto'yu. Kıyıcı adam, silahının, yumruğunun gücüyle yaşıyor. Ama bir gün daha güçlüsü çıkar, daha sinsisi çıkar götürür seni. Çeto da öyle gitti işte."
|