Ağaç dikme zamanı
Televizyonun yönetim katından siyah genç kadın, staj yaptığım Haber Merkezi'ndeki masama yaklaştı: "Mr. Kırca, öğleyin saat 12 gibi, televizyonun lobisinde olabilir misiniz? Patron sizi öğle yemeğine davet ediyor" dedi. Şaşkınlığımı fark etti ama aldırmadı: "Unutmayın saat 12'de." Amerika Birleşik Devletleri'ne ilk gidişimdi. 1976 Eylül'ü. Henüz mesleğin birinci yılını doldurmakta olan genç bir muhabirdim ve "görgü-bilgi" artırmak amacıyla, TRT tarafından Amerika'ya, üç aylık staja gönderilmiştim. Katıldığımız uluslararası programdaki tek Türk'tüm. Her hafta farklı bir eyalette, başka bir televizyonda staj yapıyorduk. O küçük yerleşim yerindeki yerel kanalın "patron" unun yemek daveti beni şaşırtmıştı. Değil yemeğe davet etmesi, oradaki varlığımdan haberdar olması bile şaşırtıcıydı. Alt tarafı, uzak bir ülkeden staja gelmiş çaylak bir muhabirdim. Saat 12'de lobideydim. Siyah limuzin kapıya yanaştı. Arka koltuğa oturdum. Televizyonun patronu orta yaşlı, esmer bir adamdı. Gideceğimiz restorana kadar hiç konuşmadı. Yemekleri ısmarladıktan sonra beklediğim soruyu sordu: "Sizi neden davet ettiğimi merak ediyorsunuzdur." Bir şey söylemeyince devam etti: "Burası küçük bir yerdir. Çok fazla Türk'e rastlayamazsınız." Yine devam etti: "Belki tuhaf olacak ama, hayatımda ilk defa bir Türk görüyorum. Merak ettim. Sizinle konuşmak istedim." Nihayet baklayı ağzından çıkardı: "Ben Ermeni'yim. Dedem Türkiye'den göç edenlerden." Sonra dedesinden duyduğu hikayeleri anlattı. Anlattıklarından rahatsızlık duyduğumu söylemeliyim. Tedirginliğimin farkına vardı. "Aslında sizinle bunları konuşacak değilim. Ama, dedemin ve babamın bu kadar anlattığı Türkler'in nasıl birileri olduğunu merak ettim. Kanalda bir Türk'ün bulunduğunu öğrenince konuşmak istedim." Ona kendimden ve daha çok Türkiye'den bahsettim. İlgiyle dinledi. Tarihi konulara girmedim. O da sormadı. Genelde nezaket sınırları içinde, ama o ölçüde "soğuk" bir sohbet geçti. "Türk" ler konusunda onu hayal kırıklığına uğrattığımın farkındaydım. Bir saat sonra yine hiç konuşmadan, aynı limuzinle kanala döndük. Staj bitene kadar kendisini bir daha görmedim.
Bu benim Ermeni Diasporası ile ilk tanışmamdı. Ama Ermeniler'le değil. Diaspora'nın, onlarca yılın ardından, üç kuşak sonrasında ve binlerce kilometre uzakta, Türkiye'ye karşı hala "özel" duygular besliyor olması ürkütücüydü. Yemekte karşımda oturan adama, Türkiye'deki Ermeni yurttaşlarımızın kendisinden çok farklı olduğunu anlatabilirdim zamanım olsaydı. Karaköy'deki şapkacıyı mesela: Heybeliada'daki biz genç bahriye öğrencilerine "kızların hoşuna gideceğini sandığımız" en afili şapkaları üreten Ermeni "şapkacı baba" yı. Yani "geçmiş" le yaşamadığımızı.. Bunları niye hatırladım ki. Meslektaşımız Hrant Dink'in, yine herkesi duygulandıran, yine her zamanki gibi içten konuşmasını gazetelerden okuyunca. Hrant'ın bu ülkeyi vatan bellediğini ve en az bizler kadar sevdiğini bilenlerdeniz. Benzer bir konuşmayı yıllar önce Siyaset Meydanı'nda yapıp gözleri buğulandırmıştı yine. Bir de arkadaşı Siirtli Ferman'ın hikayesini anlatmıştı: Arkadaşının, Silivri'de sahil kenarında aldığı ufak arsaya domates ektiğini, biber ektiğini, maydanoz ektiğini. Ama hiç ağaç dikmediğini. Çünkü orada, ağacın meyvesini alacak kadar kalamayacağını düşündüğünü hep.
Diaspora ile filan işimiz zor. Anlatsan da anlamazlar. Ama burada biz, hepimiz ağaçlarımızı dikebiliriz kendi topraklarımıza, gönül rahatlığıyla, kimseye aldırmadan. Vaktimiz var. Ve... Kimse bir yerlere gidecek değil. Bin bir çeşit ağacın meyvesini derleyebiliriz ormanımızdan. Çünkü, şairin dediği gibi, bu orman bizim, hepimizin.
|