Ne kadar utanmalı?
Sanmam ki, siz de sanmayın ki, kendimize, bize, milletimize, geçmişimize dair en aykırı, en sert eleştiriyi getiren herkes hain ve satılmış... O eleştiriye tahammülsüz her bir birey de azmış, faşizanlaşmıştır. Elbette her ikisi de pek mümkündür ; lakin, her sefer herkes öyle değildir.
İnsanın kafasının zifiri karanlık kalması kadar tehlikeli ikinci şey, insanın kafasını tamamen aydınlık zannetmesi olmalı. Yüzde 100 bilgisizlikten muhtemelen de daha tehlikelisi, "yüzde 100 bilgi"yi elde bulundurma, temerküz etme zannı olmalı. Kafasını 100 mumluk bir ampul gibi ışıl ışıl zannedenin, her bi şeyin en doğrusunu, en mükemmelini bildiğini, yaptığını ve yaptırmak gerektiğini inatla dayatanın her cüretinden bir maraz çıkabilir. O yüzden, insanoğlunun macerası her ikisi arasındaki gri alanda daha insani seyretmeye meyillidir hep. Çok bilenler çok yanılmakla kalmamış, maalesef yanıltmakla da kalmamış, çeşitli coğrafyalarda çeşitli zamanlarda basbayağı toplu toplu katletmişlerdir.
Tekrar başa dönersek... Çekiştirile çekiştirile yamulup duran bu ülke dimağı, hani bilgi açısından belki pek mümbit olmayan ama hisli, duygulu ve asabi zihni, muhtemelen bir sentez arıyor. Şöyle bir şey: Özü özeleştiriden geçirilirken, kanına da çok dokunulmasın! Yani, sımsıcak bir tarih öğretimi, anlayışı, terennümü ve tekerrüründen sonra, birden soğuk soğuk duşlara girilmesin. Kahramanların katil, zaferlerin katliam, destanların balon olduğu filan söylenmesin. Bir gurur, övünme ve bazen şişinme tarihi, birden bire yerin dibine sokulup sado-mazo eleştirilerden, kahredici utançlardan, iğne ne kelime, koca koca çuvaldızlardan geçirilmesin; kazıklara oturtulmasın. İnsanın bebe iken bellediği; birer çürük diş gibi, yetişkinliğinde sökülmesin, yaşlılığında dökülmesin. Yavaş yavaş, sindire sindire, altüst etmeden. Lütfen, birdenbire bardaktan boşalmadan, tek taraflı azaplara, çileciliklere zorlamadan, sabırla "bir de şu vardı" diye anlatarak, şefkatle elinden tutup da acı gerçekleri söyleyerek. Göğün kaç katına yükseltilmiş şişme gururu, birden çamura batırıp da yerin kaç kat diplerine sokmadan. Başkalarının tarihi sanki baştan sona, tepeden tırnağa, çağdan çağa namus, iyilik, adalet öyküsüymüş de, tarihin tüm kusmuğu, tüm lağımı bu topraklardan akmışmış gibi yapmadan.
İyinin ve kötünün, meleğin ve şeytanın, destanın ve fitne fesadın, mağrurun ve mağdurun, hayatın ve ölümün, onurun ve utancın, mertliğin ve kalleşliğin, kahramanlığın ve korkaklığın birlikte... Hayır yetmez, o gün nerede, yani başka yerlerde kimler de ne yapıyorsa onunla birlikte anlatıldığı, bütün o etkileşimler içinde izah edilebildiği bir tarih sentezi olabilmeli bu. Bugüne kadar hiç anlatılmayanların, gizlenenlerin, ayıp bile sayılmayanların konuşulması, gün yüzüne çıkması, belgelenmesi, geçmişin günahlarının sayılıp dökülmesi... Elbette! Lakin, tarihin gizlenmiş yüzünün, "rövanşçı bir hortlak" gibi birdenbire gırtlaklara sarılan bir "karşı-canavar" haline getirilmesiyle değil. Manipüle edilmiş, resmi "yüzde 100 bilgi" despotizmine, resmi milli gururuna karşı... "Yüzde 100 karşı-bilgi" mutlakıyetçiliği ve harakiriye iten derin bir utanç çağrısıyla değil. O vakit, başka bir sürü iyi şey ile başımıza gelen felaketler, bize reva görülenler dışında... Bizim de yağlamadığımızı, katlettiğimizi, kötü, adi, vahşi olabildiğimizi, bunu bazen devlet politikası, bazen halk öfkesiyle pekala yapabildiğimizi daha rahat konuşabiliriz belki!
|