|
|
|
|
Işığı evcilleştirmek dünyayı başka türlü görmek
İ brahimi dinlerin kutsal kitaplarının en eskisi olan Musa'nın Tevrat'ı şöyle başlar: "Başlangıçta Yahve gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Yahve'nin Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Ve Yahve dedi: Işık olsun ve ışık oldu. Ve Yahve ışığın iyi olduğunu gördü ve Yahve ışığı karanlıktan ayırdı." Musa'nın Tanrısı Yahve (Yehova), ışığı yaratmıştı ama niteliğini bilmiyordu, Çünkü onun "iyi olduğunu" ancak görünce anlamıştı. Işığın niteliği, Tevrat'tan (yaklaşık M.Ö. 1300'e tarihlenmektedir) 3 bin yıl sonra insanlar tarafından keşfedilecektir. Tam da Aydınlanma döneminde yani Immanuel Kant bu adı takmadan önce Fransızların verdiği adla "Işıklar Yüzyılı"nda, ışığın niteliği hakkında ilk teoriler ileri sürülecektir. İngiliz matematikçi Isaac Newton, 1675'te Londra Kraliyet Akademisi'ne yazdığı bir mektupta, ışığın bir prizmadan geçirildiği zaman çeşitli renklere bölündüğünü ve bu renklerin her birinin de parçacıklardan oluştuğunu keşfettiğini bildirir. Hollandalı bilimadamı Christiaan Huygens ise 1690'da Fransızca yazdığı "Traite de la Lumiere" (Işık İncelemesi) adlı eserinde, Newton'ın parçacık teorisini reddederek, ışığın dalgalar halinde yol aldığını söyler. İşin ilginç yanı, ikisi de teorisini matematik olarak ispatlamaktadır.
FAZLA IŞIK GÖZ KAMAŞTIRMAZ Aslında ikisi de haklıydı. Işık hem parçacıksal hem de dalgasal bir yapıya sahiptir ve bu özelliği sayesinde mercekler aracılığıyla yoğunlaştırılmakta veya seyreltilmektedir. Böylece daha çok veya daha az ışık elde edilmektedir. Yani artık büyük filozof Pascal'ın Fazla ışık göz kamaştırır" hükmü, hükmünü kaybetmiştir. Çünkü insan artık ışığa maruz kalmamakta, onun efendisi haline gelmektedir. Alman düşünür Georg Christoph Lichtenberg, 1796'da "İnsanlar Aydınlanma dönemi hakkında konuşuyor ve daha çok ışık istiyorlar. Tanrım, gözleri olmayan veya olup da onları bilerek kapatan insanlar ışığa ne ihtiyaç duyarlar ki?" demiştir. Aslında bu sorunun yarısına cevap verilmiştir bile! Hollandalı doğabilimci Antonie van Leeuwenhoek, 1710'larda mikroskobu icat etmiştir bile. Işığın gücünü defalarca artıran mercekler sayesinde, insanlık artık en küçüğün sırlarını çözecektir, tıpkı Galileo'nun bulduğu teleskop sayesinde en büyüğün sırlarına ulaşılacağı gibi. Bu arada kişilere uyarlanmış gözlükler de yapılmaya başlayacak ve "göz kapatma" bahanesi ortadan kalkacaktır. Lichtenberg'in iki kanatlı sorusunun yarısı sorulduğundan 80 yıl kadar önce cevaplanmışken, diğer yarısı ancak yüz yıl sonra, ışığın en muhteşem kullanımlarından biri olan sinemanın keşfiyle yanıt bulacaktır. Bu olağanüstü ışık oyununu keşfeden Fransız Lumiere kardeşlerin adının "ışık" anlamına gelmesi tarihin ilginç rastlantılarından biri olsa gerek. 28 Aralık 1895'te Paris'te halka gösterilen ilk film, insanın yeni bir hayal fabrikasını devreye sokarken, ışığın olanaklarının inanılmaz boyutlara taşınmasının da yolunu açmış olacaktır. 1867'de yani sinema henüz icat edilmeden, " Grammaire des Arts" (Sanatların Grameri) adında bir kitap yazan Charles Blanc, "Ressamın tuvalini güneşin aydınlattığı doğrudur ama resmi aydınlatan da ressamdır" demekteydi. Ve bu söz de, diğer bütün "doğru" sözler gibi ancak belirli koşullar altında doğruydu. Nitekim Ortaçağ Batı minyatürlerinde "enluminure" (ışıklandırma) denilen bir teknikle resim aydınlatılmakta, parlak boyalarla ışıklı hale getirilmekteydi. Keza Doğu minyatürlerinde de özellikle altın varakla yapılan bu aydınlatma işlemine tezhip adı verilmekteydi. Batı resim sanatı çok çeşitli "aydınlatma" teknikleri kullanmıştır ama hepsi de günışığının yardımına ihtiyaç duymaktadır. Örneğin kilise vitrayları veya Le Nain'in köylü yaşamı tabloları ya da büyük Hollandalı ressam Rembrandt'ın 1642'de yaptığı "Gece Devriyesi" tablosu, geçirgen olmayan çeşitli boyaların kullanılmasıyla, resimlerin üzerine adeta ışık düştüğü izlenimini yaratmakta, ancak bu izlenimin elde edilebilmesi için de güneş ışığına gerçekten ihtiyaç duyulmaktaydı.
RESSAM RESMİ AYDINLATIR Bugün birçok Batı müzesinde resimlerin üzerine ışığının yoğunluğu ayarlanan lambalar doğrultulmuş durumdadır. Işığın şiddetinde meydana getirilen değişiklikler, her bir resmin ışığın her yoğunluk düzeyinde farklı görünmesine yol açmakta, hatta çoğu durumda seyircilerin aldıkları izlenimler tamamen farklılaşabilmektedir. Charles Blanc, ressamın resmi aydınlatan kişi olduğunu söylerken, başka bir çağın gerçeğini dile getirmiştir. Şimdi ise resmi ressamın aydınlattığından farklı bir şekilde aydınlatarak ona yorumunu katabilen seyirciler dönemine gelmiş bulunuyoruz. Ressamın resmi ona ait olmaktan çıkıyor veya daha doğrusu tamamen ona ait olmaktan çıkıyor, ışığın şiddetiyle oynayan da resme ortak oluyor ve bunu ışığı hükmü altına alan insanlığın ortak aklı sağlıyor. Çıra alevinden başlayarak elektrik lambalarına ulaşan ve şimdilerde katot ışın tüplerine doğru giden yapay aydınlatma, ışığı her şeyin ölçüsü haline getirmektedir. İnsan, ışığı maddi olmayan bir varlık olarak algılamakta ama o maddi bir varlığa sahip olmanın yanı sıra, maddeyi de her gün, her an başka türlü göstermeyi sürdürmektedir. "Işık olsun!" Oldu ve olduğundan beri hep aynı ama insan onu, tıpkı safkan bir İngiliz veya Arap tayını yetiştirdiği gibi yetiştirerek, eğiterek, evcilleştirerek, dünyanın aslında hiç de göründüğü gibi olmadığını kanıtlama, gösterme ve bundan sanat üretme konusunda en büyük hizmetkarı haline getirdi.
Mehmet Ali Kılıçbay
|
|
|
|
|
|
|
|
|