|
|
İştahlı başkent İstanbul
Osmanlı başkenti İstanbul, devasa nüfusu ve memnun edilmediğinde hemen başkaldıran yeniçeriler gibi unsurlarıyla padişahların birinci önceliği olmuştur. Yani başkentin beslenmesi devletin birinci sorunuydu ama çözümsüz değildi.
İştahı imparatorluk ölçeğinde
Osmanlı Devleti tıpkı Roma, Asur, Sasani veya Bizans tarzında örgütlenmiş antik bir imparatorluk modeline uymaktadır. Bu modelde, başkent hem devletin eyaletler üzerindeki egemenliğinin simgesi olarak ihtişam içinde görünmek zorundadır, hem de bu ihtişamını imparatorluğun diğer bütün kentlerinin gelişimini durdurma pahasına sağlamaktadır. Ve bunun yanında, görünüşteki ihtişam, başkentin kendi içindeki büyük fakirliğini gizlemek için kullanılmaktadır. Bu nedenle ben, cins oluşumlara "başkent imparatorluğu" adını veriyorum. Yani her şeyin başkent için olduğu antik imparatorluk. Osmanlı'nın egemen olduğu topraklardaki nüfusu tam olarak hesaplamak mümkün değildir ancak yüksek rakam olarak 30-50 milyon verilmektedir. Sanayi öncesi toplumların tarımsal verimlilikleri açısından bakıldığında, bir çiftçinin kendi geçimliğinden artan üretimi en fazla yüzde 10 olabilmektedir. Bu durumda bir kentlinin beslenebilmesi için 10 köylü gerekmektedir. O halde ortalama 40 milyonluk bir nüfus içinde en fazla 4 milyonluk bir kentli nüfus olabilir. Ancak Osmanlı yönetimi Arap eyaletleri, Kuzey Afrika, Macaristan gibi birçok bölgede çok gevşek olmuş, buralardan pek bir gelir elde edilememiştir. Bu durumda imparatorluğun (yani başkentin) esas alanı Anadolu ve Rumeli olmuştur buranın toplam nüfusu en fazla 20 milyon, besleyebileceği kent nüfusu da 2 milyondur. Böylece Osmanlı başkenti, 1 milyona yaklaşan nüfusuyla imparatorluğun geçimlik dışı üretiminin az yarısını kendine çekmektedir. Üstelik sarayın, ordunun, devletin ileri gelenlerinin, sanatçı ve ilim adamlarının İstanbul'da yoğunlaştıkları düşünülürse, kentin talebinin daha da fazla olduğu ve neredeyse eyaletlerin geçimlik dışı üretimlerinin yüzde 60-70'ini kendine çektiği anlaşılacaktır.
KENT DEĞİL KÖY Bu durumda diğer Osmanlı kentlerine kalan yüzde 30-40'lık pay, hem onların çok güdük kalmalarına yol açmakta hem de İstanbul ticarete konu olabilecek fazlayı kendine çektiği için ticaret çok yerel kalmakta, böylece sermaye birikimi ve sanayileşmenin yolları kapanmaktadır. İzmir, İskenderun, Ankara gibi birkaç uluslararası ticarete açık kent dışında hiçbir Osmanlı kentinin nüfusu 20 bini geçememiştir. Üstelik bu kentlerin ezici çoğunluğu tarımsal nitelikli olup, kentten çok büyük bir köy durumundadır. Öte yandan, İstanbul bütün taşra kentlerinin zanaatkar, usta, sanatçı gibi unsurlarını ya zorla ya cazibesiyle kendine çekerek, bu kentlerin bütün gelişme olanaklarını durdurmaktadır. Osmanlı başkenti bütün bunları nasıl başarmaktadır? İstanbul, devasa nüfusuyla ve memnun edilmediğinde hemen başkaldıran unsurlarıyla (özellikle yeniçeriler) padişahların birinci önceliği olmuştur. Yani başkentin iaşe edilmesi devletin birinci sorunudur. Bu işlem birkaç yolla yapılmaktadır. Öncelikle Osmanlı tımar sistemi içinde, bütün topraklar miri yani padişahın sayılmaktadır. Bu sistem içinde has'lar büyük yer tutmaktadır. Padişaha, önde gelen harem kadınlarına, vezirlere veya diğer yüksek görevlilere verilen hasların gelirleri, tımar gelirlerinin neredeyse yarısını oluşturmakta ve bunların büyük çoğunluğu İstanbul'a erzak olarak gelmektedir. Keza vakıfların gelirleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Öte yandan, tımar sistemi dışında kalan üretimden alınan vergi payları da İstanbul'a akmaktadır. Ayrıca, örneğin Mısır gibi bazı eyaletler yıllık vergilerini mal cinsinden göndermektedirler (Mısır Çarşısı bu uygulamanın hatırasıdır). Ama asıl iaşe, Osmanlı merkezinin her yıl, her eyalete İstanbul'a göndermek zorunda olduğu gıda ve hammaddeleri belirlemesi sayesinde olmaktadır. Bunlar bazen zoralım, bazen satın alma yoluyla devlet adına edinilerek İstanbul'a aktarılmaktadır. Örneğin devlet tarafından görevlendirilen celepkeşanlar (bizim bugün et toptancısı anlamında kullandığımız celep kelimesi buradan gelir) Anadolu ve Rumeli'den yüzbinlerce canlı hayvan toplayarak başkente getirmekte, madrabazlar (buğday toptancısı) aynı işi tahıllar için yapmaktadırlar. Fiyat piyasada oluşmamakta, herkes devlet tarafından belirlenen fiyatlardan satış yapmak zorunda kalmaktadır. Bu da yerel, bölgesel ve uluslararası ticareti öldürmekte veya Ege adaları gibi bölgelerde kaçakçılığa yol açmaktadır. Madrabaz'ın bugünkü Türkçe'de sahtekar anlamına gelmesinin nedeni, devletin mal alırken uyguladığı çok düşük fiyat politikasıdır.
ZEVK VE SEFA KENTİ Ancak Evliya Çelebi'nin saydığı 57 meslek arasında, ayı oynatıcılar, pehlivanlar, cambazlar, meyhaneciler gibi doğrudan üretime yönelik olmayan birçok kol bulunmaktadır. Örneğin meyhaneciler için şu bilgiyi vermektedir: "Dört bölgedeki cibilliyetsiz yerlerinin sayısı 1060'tır, şarap satan dinsiz ve kafirlerin sayısı 6 bindir." Bugün de İstanbul'da yaklaşık bu sayıda içkili lokanta olduğu düşünülecek olursa, Osmanlı başkentinin çağın koşulları içinde nasıl bir zevk ve sefa kenti olduğu ortaya çıkar. Bu zevk ve sefa bedelsiz değildir. İstanbul'un ihtişam ve lüksünü, taşra fakirlik ve gelişmemişlik içinde kalarak ödemiştir. İstanbul'un da çok sayıda fakiri vardır ve bunları kızdırmak istemeyen merkez, her şeyin fiyatını kendi belirlemektedir. İstanbul'a gelen iaşe malları ilgili esnafa belli bir kotadan ve belli bir fiyattan devredilmektedir. Örneğin Unkapanı semti, adını esnafa un dağıtım yeri olmasından almıştır. Tıpkı Yağ Kapanı, Odun İskelesi, Yemiş İskelesi gibi... Esnaf, işlediği hammaddeyi ancak devletin belirlediği fiyattan satabilir. Ama devletin talepleri önceliklidir, önce onun ihtiyaçları, onun istediği fiyattan karşılanır, eğer artarsa halkın da ihtiyaçları karşılanır. Fakat esnafın devlete ucuz mal vermek zorunda olması onu çok zorlamakta, bu yüzden halka yönelik mallarda çok sayıda hile ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle esnafı ifade eden terimlerden biri olan "ehli hirfet" kelimesi, bugün Türkçe argosunun en ağır anlamlı kelimelerinden biri olan "herif"i bu yüzden üretmiştir. İstanbul'un kendi ihtişamı için çok şişirdiği nüfusunu besleyebilmek üzere tüm Rumeli ve Anadolu'yu bir cins iç sömürge haline getirmiş olması, Türkiye'nin geri kalma tarihi içinde çok büyük bir role sahiptir. Ecdad tapınısını ve "Osmanlı her şeyi ne iyi yapmıştı" gibi klişeleri artık terk ederek, bugünkü sıkıntılarımızın tarihi kaynaklarını doğru saptamamız gerekmektedir.
Mehmet Ali Kılıçbay
|