Ağlarda üç gol Kıbrıs'ı sayma
Erdoğan'ın Londra temaslarında kilit konulardan birini oluşturan ' Ek Protokol' meselesinde çok taraflı görüş ayrılıkları ve kafa karışıklığına ilaç gibi gelmesi gereken beyanı İngiliz Başbakanı Blair'den duyduk: - Protokolün imzalanması, Kıbrıs'ın tanınması anlamını içermiyor. Peki ama bu beyan gerçekten ' ilaç gibi' gelecek mi? Herhalde gelmeyecek! Görüş ayrılıkları ve kafa karışıklıkları öyle yoğun ki. Hükümetin Kıbrıs konusundaki siyasetinden kuşkucu olanlar için zaten kolay kolay ' teminat' bulamazsınız. Bu cephenin en keskinleri için bütün olan biten ' boş bir AB hayali uğruna Kıbrıs'ı satma' sürecinden ibarettir. Hoş, en keskin AB havarileri cephesinde de bu yaklaşımın tam karşıtı hakim ya: - Ne var yani; basit bir Kıbrıs inatlaşması yüzünden, üstelik adanın artık stratejik bir anlamı da kalmamışken, koskoca Türkiye'nin kutsal AB hevesi kursağımızda mı kalsın? Ne diyelim; aklımızı kenara çekip iki sivri yaklaşımın zıtlıklarına bakmadan her ikisine de birden katılalım mı? - Yaşasın boş hevesler için evdeki bulguru küçümseyenler! - Yaşasın amansız kuşkularla kolayca hain üretenler!
Blair'in verdiği ' teminat'; meselenin ülkemizde koparabileceği fırtınalar hakkında hesap yapan Erdoğan ve Gül'ün hoşuna gitmiştir. Ancak orada ayrıca müzakerelerde ne konuşulmuş olursa olsun, bizim taraf bunca sıcacık tecrübelerden sonra sözlü teminatların çok anlam taşımadığını gözden uzak tutmazlar. Esasen Moğolistan dönüşü uçakta sohbet ederken Erdoğan da ' Gümrük Birliği Ek Protokolü' meselesinde hukuki açıdan tartışmalı bir durum bulunduğunu kabul ediyordu. Kimi hukukçuya göre bu protokolün imzalanması Kıbrıs Rum Devleti'ni tanımak anlamına geliyordu. Kimine göre de kimse böyle bağlayıcı bir uluslararası hukuk yargısı biçemezdi. Hukuk bir şeyi tartıştığı zaman da top siyasi iradenin ayağındadır. İradeniz güçlü ise sizin lehinize olan hukuki yorum değer kazanır, tersi ise aleyhinizdeki; bu kadar basit. Esasen o sohbette Erdoğan da ' Ek Protokol'ün imzalanması ile doğabilecek tanıma-tanımama tartışmalarına karşı güvence olarak ' irade sağlamlığı'nı görür gibi bir izlenim vermişti. Tabii bu güvencenin ne kadar gerçekçi olduğunu 3 Ekim'e doğru ölçmüş biçmiş olacağız. Ayrıca AB dönem başkanı ülkenin başbakanı sıfatıyla Blair'in " Türkiye Rum Devleti'ni tanımasa da olur " demeye getirmesinin ne kadar anlam taşıdığını da aynı süreçte öğreneceğiz. Bu ve benzeri teminat türü söz, belirti ve yaklaşımlara rağmen Papadopulos'un ' asla olamaz' diye naralar atıp durmasını sinek vızıltısı mı sayalım? Böyle meselelerde sahte özgüvenle konuşan AB havarileri için mesele yok: - Aman efendim, yapmayın, bir avuçluk Rum ülkesi koskoca Türkiye'ye pabucunu tersine mi giydirecek? Evet, olağan şartlarda böyle şey olmaz. Tıpkı Trabzonspor'un olağan şartlarda Rum kesiminden bir takım karşısında böyle bir mağlubiyet almayacağı gibi. Oysa bizim spor medyamızın yansıttığı gibi Trabzon gerçekten bir dev, Rum takımı da cüce miydi? Sahadaki oyunu, sunucunun ' vatan kurtaran aslan' işkencesi altında enseleriyle değil de futbol bilgileriyle izleyebilenler gördüler ki erkenden yapılmış cüce ve dev tanımları hiçbir anlam ifade etmeyebiliyor. Orada cüce denen takım çok basit ama çok doğru oynuyordu, dev sayılan takım ise ne basit, ne karmaşık hiçbir şey oynayamıyordu. O takımda iyi Gürcü'sü, Alman'ı, olgun oyuncular vardı. Vasattılar ama temel altyapı eğitimi açısından bizde yıldız bilinenlerden çok daha iyiydiler. En önemlisi, onlarda Yattara gibi ancak bir azgelişmiş ülke çocuğunun girişebileceği intihar eylemine kalkışacak kimse yoktu. Onun için koskoca Trabzon'a üç golü güle oynaya attılar. 1974'ten bu yana minnacık Güney Kıbrıs'ın koskoca Türkiye'ye uluslararası zeminlerde attığı gollerin de haddi hesabı yok. Gerçi o minnacık Güney Kıbrıs'ın bize attığı siyasi ve diplomatik gollerin arkasında Gürcü imzası yok ama Alman var, İngiliz var, Fransız var. Ayrıca bizim ' hariciyemiz'de her zaman yeterli miktarda ' Yattara' bulunur. Elbette evhama hayır ama dengeli kuşkuculuktan vazgeçebilir miyiz?
|