Bir akıl verin!
4 bini gencecik asker, 6 bin güvenlik görevlisi... 20 binden fazla gencecik "terörist"... Terörün köy baskını kurbanı siviller, terörle mücadele kurbanı faili meçhuller... Korku, işkence, toplu mezar... Örgüt içi infazlar, "hainler", temizlikler... Uyuşturucu kapışması, yer altı, Susurluklar... Arada kalanlar, göçler, boşalmış köyler... Gencecik bedenlerinden mayınların kopardığı kollarla, bacaklarla 21'inci yüzyılın gazileri... Tarlada el bombasını oyuncak yaparken parça parça çocuklar... Mayınla uçmuş minibüste parçası bulunmayan bebekler... Anadolu'yu köy köy dolaşan bayrağa sarılı tabutlar... Anadolu'nun doğusunda bir yerlerde genellikle, başka çocuklar, başka analar, başka tabutlar. Sokağa, açlığa, kimsesizliğe, kapkaça düşmüş şiddetli yoksulluğun kavruk çocukları... Sağduyu, hoşgörü, kardeşlik, barış gibi arzu ve kavramların altını oyup duran nefret, kin, intikam, keskin milliyetçilik, ötekileştirme, şüphe... Durduğu yerde derinleştirilen, derinleştikçe yayılan, kasılan, gerilen yoksulluk... Milyarlarca ve milyarlarca dolar silah, mermi, ölüm... İnsana, huzura, eğitime, çocuklara yatırılacak... Açlığa ve yoksulluğa karşı harcanabilecekken ölüm kusmuş o "kıt kaynaklar". "Terör ve terörle mücadele" yine şiddetlenirken... Şehit cenazesine şehit cenazesi ve onlara, cenazelerinden yeni cenaze çıkan "teröristler"inki eklenirken... Ve tam da kimi gazete manşetinde kimi isimlerin "Barış çağrısı" yankılanırken... Hırçın Karadeniz'in çocuğu Kazım Koyuncu bu ülkenin insan-vicdan-kardeş yüzünü nasıl da Kuzey'den Güney'e, Batı'dan Doğu'ya temsil etmiş etmiş de ölüvermişken... Diyesim şuydu ki, "kendi kendimizi yeniden eritmek, tüketmek ve öldürmek" için fazlasıyla ahmak olmamız gerekir ki... Belki de öyleyiz!
Şaşıracak olanı, okuyacak etkilenecek olanı, kızacak olanı, nefret kusacak olanı elbet vardır; vardır da, şu mektubu bir okuyun istedim. "Kardeşim PKK'liydi" diye başlayan "İlhan ağabey" mektubu. "Değerli Umur Bey; Kerelerce mektup yazan biriyim, ne ki bu sefer nasıl yazacağım tereddüdündeyim. Kardeşim Sami Çomak, devlete karşı savaşmak zorunda bırakılan bir vatandaşıydı ülkemin. 27 Mayıs'ta Tunceli'de yılan sokmasıyla yaşamını yitirdi. Hep, bir kurşunla öleceğini düşünürdüm. Ölüm 31 yaşında yılan ısırığıyla yakaladı. Şimdi daha akıllıca düşünüyorum. Bingöllü bir aileyiz. 6 kardeşin sondan ikinci küçüğüydü Sami. Zekiydi. Okuduğu lisede birinciydi. ODTÜ'yü kazandı. İngilizce öğrendi. Hiç de uyum sorunları olan biri değildi. 1993 sonunda bir öğrenci yürüyüşünde taşıdığı pankart yüzünden gözaltına alındı. Maalesef işkence gördü. Gözaltından sonra mahkemede serbest kaldı. Okuluna devam etti. Ama 1994'te 12.5 yıl ceza verildi Ankara DGM'de. Bir pankart ve 12.5 yıl. Bir ömür bu kadar rahat mı karartılır? Cezadan sonra uzun süre kaçak yaşadı. Sonra yasadışı yollardan Avrupa'ya çıktı. Oradan da dağlara. Ondan birkaç kez haber alabildim. Lise birincisi, ODTÜ'de başarılı öğrenci olan kardeşim, aklını ülkesine karşı kullanıyordu maalesef. Olasıdır; çatışmalar yönetti ve askerler öldü. Şayet gerçekleşmişse, bundan sadece büyük üzüntü duyarım. Ama kardeşimi buna iten sebeplerde de suç vardır, buna inanırım. Ona sahipleneceği, kendini bulacağı bir kimlik verilmedi. Basit bir öğrenci yürüyüşünden koca bir ceza verildi. Hakikat şu ki, kardeşimin ölümüyle, ölen asker ailelerini daha bir anlar oldum. Acılar önemsenmeyi gerektirir. Ama kimse annemin de gözyaşlarını görmeyecek mi? Kardeşim öldü ve ölenle ölünüyormuş, öğrendim. Aslında hiç yaşamadı. Acımı duyurmak için yazıyorum size. Ne kadar sürecek bu ölümler? Kötülük ne zamana kadar böyle ölüp ölüp dirilecek? Bir akıl verin ama kulağı çekmeden önce durup ince şeyleri anlamaya vakit ayırın biraz." "Bir akıl"? Belki bu kadar basit ve o kadar zordur!
|