| |
Cebrail mi, Azrail mi?
Evet; bugün de konumuz AB. Ve daha kimbilir -aralıklı da olsa- kaç gün, kaç hafta AB başkentlerinden (özellikle Londra'dan) gelecek mesajları aktaracağız... Çünkü en az 20 yıldır Türk halkının pusulasının kuzeyindeki tek adres orası. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti'nin son 42 yılında tüm politikalarının beslendiği odak da, sistemini hallaç pamuğu gibi atmayı göze alarak koştuğu maratonun bitiş çizgisi de orası. Ama "Yüzyılın uygarlık projesi" şimdi uçurumun kenarına geldi. Düşerse, tetikleyeceği gelişmelerin yanında Doğu Bloku'nun çökmesini, Sovyetler Birliği'nin tarihe karışmasını izleyen depremler solda sıfır kalacak. Fransız gazetesi "Le Monde"da dün bir haberanaliz vardı: "AB ya İngiltere Başbakanı Blair'in neo-liberal yoluna dönecek; ya da Avrupa projesinin kurucusu sosyal demokrat ve hıristiyan demokrat partilerin birlikte savunageldikleri sosyal duyarlılığı yüksek modelde devam edecek."
Vizyon hesaplaşması Bu kavgayı dönem başkanı Lüksemburg Başbakanı JeanClaude Juncker şöyle özetliyor: "AB'de artık iki vizyon çatışıyor. Bu hesaplaşmanın kaçınılmazlığını epeydir farkediyordum. Bir yanda siyasal birlik, entegrasyon ve dayanışma temelleri üstünde yükselen AB isteyenler var. Diğer yanda ise bize başka Avrupa önerenler. Sorun şu: İlk gruptakilerin AB projesini biliyoruz. Ancak ikinci gruptakiler, nasıl bir AB istediklerini kendileri bile bilmiyorlar" Peki anlatılamadığı söylenen Blairizm nasıl birşey? Bir uzmana başvurmak şart oldu. Buyurun "Blairizm'in ABC'si" kitabıyla Avrupa'da geniş yankı uyandıran, İngiliz İşçi Partisi uzmanı Profesör Keith Dixon'un ders notlarından satırbaşları: "Tony Blair, İngiltere'nin AB'de yönlendirici rol oynaması gerektiğini söylüyor. Ona göre İngiltere, 21'inci yüzyılın deniz feneri olmalı. İdeolojisi büyük ölçüde London School of Economics'in eski başkanı Anthony Giddens'ın tahlillerine dayalı. Giddens, sağ-sol arasındaki görüş ayrılıklarının geride kaldığını, ikisinin birlikte benimseyip uygulayacağı ekonomik ve sosyal politikalar oluşturması gerektiğini savunuyor. Üçüncü Yol denilen şey bu. Ancak, Blair'in muhafazakar Margaret Thatcher'ın politikalarına bağlı kaldığını söyleyebiliriz: Ekonomik faaliyetlerin tümüyle özelleştirilmesi, istihdamın pazar kurallarına devredilmesi, sendikaların işlevinin azaltılması gibi"
AB artı ABD eşittir... Bu, ekonomik pencereden gördüklerimiz. Siyasal penceredeki manzara da şöyle: "ABD ile ittifakın alabildiğine güçlenmesi, AB'nin siyasal güç olmak iddiasından vazgeçip, ABD'ye el verecek ekonomik güce dönüşmesi, kaynakların tarım gibi geçmişin sektörleri yerine araştırma, eğitim gibi geleceğin inşa edildiği alanlara yöneltilmesi." Özetle, Blair, "Siyasi güç olmayı boşverelim; halklarımızın güvenlik, istihdam, emeklilik, gelecek korkusu gibi kaygılarına eğilelim" diyor. Brüksel'de tutulan çeteleye göre, zirveden sonra Blair yanlısı ülkelerin sayısı 10'u geçti. Peki sizce Blair iyilik meleği mi, yoksa ölüm meleği mi? Ve Türkiye hangi Avrupa'yı tercih etmeli? Siyasi kriterlere pek aldırmayan Avrupa serbest bölgesini mi? ABD'ye alternatif siyasal güç olmak için katı kriterlere bağlı entegrasyona yönelmiş AB'yi mi? Cevabın olumlu ve olumsuz serpintileriyle, Türkiye'deki reform sürecini derinden etkileyeceğinizi hatırlatırız.
|