50 yılda 'tahsis'ten kolpaya
Geride bıraktığımız yüzyılın tam ortasındayız. Demokrat Parti iktidardadır. Küçük bir ilimizden milletvekili ve bakan olmuş bir zat, kendi seçim bölgesindeki küçük bir kasabaya uğrar. Oranın iktidar partisi başkanı hemen yakasına yapışır: -Bu nahiye müdürünü sürün. -Niye? Adam hırsız mı, namussuz mu, suçu nedir? -Koyu CHP'lidir. -İyi ama onu buradan sürüp de nereye göndereceğiz? Sahnenin birinci tanığından dinlediğim öykünün sırrı 'tahsis'lerdedir. O zamanın şartlarında zor tedarik edilen bazı malların ihtiyaç sahiplerine parasıyla verilmesi bile öncelik sıralamasıyla mümkün olmaktadır. Bu olayda ise kasabanın parti sorumlusu 'tahsis'e göz koymuştur. Nahiye müdürünün elinden geldiğince adaletle yaptığı bu işi eline almak isteyen belde başkanının amacı zor tedarik edilen ürünleri kendi keyfine göre, mümkün olursa muhalif partiye oy vermiş kişileri sonsuza kadar mahrum bırakarak dağıtmaktır. Aradan yarım asır geçer. Bir KİT'ten alacaklı işadamı, genel müdüre ulaşmak için akla karayı seçer ama bir türlü başaramaz. Her seferinde bürokrasinin kale kapısını oluşturan sekreterliğe takılır. Tahmin edileceği gibi 'Sayın Genel Müdür' ya hiç eksik olmayan toplantılardan birindedir, ya makamda değildir. Sonunda işadamının avukatı telefona sarılır ve sekretere 'Ben Adalet ve Kalkınma Partisi'nin feşmekan ilçe başkan yardımcısıyım' deyince genel müdür hazretleri birkaç saniye içinde kendisine bağlanır. Olayın birincil tanığından dinlediğim bu öykü, 50 yıl boyunca demokrasimizin yerinde saydığını kanıtlayan sayısız benzerleri içinde simgesel bir ilkellik örneğidir.
Bürokratın kırtasiyeciliği abartma, işleri yavaşlatma, kendini önemsetme hastalıkları yanında koltuk tapıncı yüzünden iktidar partisine uşaklık duygusu içinde hareket etmesi, ülkede çürümüşlüğün her alanda birincil belirleyen olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu öyle belirleyici bir çürümüşlüktür ki, küçük bir resmi dairedeki birkaç kuruşluk kırtasiye malzemesinin satın alınmasından tutun da milyar dolarlık özelleştirme ihalesine kadar her işe ve her hizmete damgasını vurur. Çürümüşlük öylesine yaygın, öylesine kuşatıcı, öylesine nüfuz edicidir ki, bazen parlak bir bürokrat başarısı gibi görülen icraatlar gerçekte su katılmamış kepazeliğin başlangıç adımını oluşturabilirler. Bu durumun yakın geçmişten en çarpıcı örneği bir önceki hükümet zamanında gerçekleştirilen bir özelleştirmedir. O zaman davul zurnalar çalarak üçüncü GSM (cep telefonu) özelleştirmesini 3 milyar dolara yaklaşan fiyatla yaptığımız için bayram ediyorduk. Sonrasında ne oldu? Piyasanın bu üçüncü firması türlü sebeplerden canlanamadığı için devlet o özelleştirme ihalesinde kazandığından daha fazlasını -biraz da Erdoğan- Berlusconi muhabbeti sayesinde- diyet olarak geri vermek durumunda kalmıştır. Muhtemeldir ki şimdiki bürokrat ve siyasetçiler o zaman çok parlak sayılan GSM ihalesinden ötürü seleflerini, özellikle de bakan Enis Öksüz'ü ve MHP'yi iştahla eleştirmektedirler. Oysa şimdi kendileri benzer bir uygulamayla, Atatürk Havalimanı'nı özelleştirme ihalesini, hem de o eleştirilen ihaledeki rakamı aşma kompleksi içinde gerçekleştirmişlerdir. Bürokrat beyler siyasi patronlarına yaranmak ve bu özelleştirmede 'eski hükümetin elindeki rekoru kırdık' diyebilmek için ihaleyi alan firmayı ikna etmeye çalışırlar: - 50 milyon daha vermeyi kabul edin işi bitirelim. Firma da kabul eder; herkes mutlu olur. Ne var ki uzun vadeli düşünebilenler bu yüksek rakamlarla gerçekleştirilen ihalenin aslında 'binilen dalı kesmek' anlamına gelebileceğini haykırmaya başlarlar. Nitekim turizm sektörünün tanınmış liderlerinden Başaran Ulusoy, birkaç gün önce ayaküstü karşılaşmamızda söz konusu ihalede ortaya çıkan rekorun ne tür sıkıntılar getireceğine ilişkin çarpıcı kıyaslamalar yaptı. Ulusoy'a göre ihalede varılan bu fiyat Atatürk Havalimanı'nı kullanacak olan insanlardan çıkarılacak, hizmet fena halde pahalılaşacak, bu da turizmi baltalayacak: - Nitekim Kuşadası'nda da böyle oldu. Özelleştirme sonrası buradaki fiyat artışı insanları kaçırdı, trafik kısa zamanda İzmir'e yöneldi. Olan Kuşadası esnafına oldu. Eloğlunun 'Felix culpa' dediği durumun bizim bürokrasi çarkımızdaki karşılığı bu olsa gerek: Mutlu kolpa!
|