Başkalarının cinayetini işliyor
Yalçın Küçük'ün uzayan alt dudağı üst dudağıyla buluşuyor. Susuyor gözleri bir anda doluyor başlıyor ağlamaya
Bir kitabı okumayı bitirdiğiniz zaman ne hissedersiniz? Belki keyif, belki biraz hüzün. Ben yorulduğumu hissettim. Kolay mı 650 sayfalık bir kitabı üç günde bitirmek? Üstelik ben 500 sayfadan sonra pes ettim, geri kalanını sonraya sakladım. Yalçın Küçük'ün son kitabından bahsediyorum. "İsyan". Kitap İbn Haldun ile başladı, Moğolların gizli tarihiyle devam etti. Türk-İsrail yakınlaşması, Anadolu'da Yahudi-Hıristiyan savaşları, Ermenistan Yahudi Cemaati, Bizans'ın Gizli Tarihi... Nasıl yorulmazsınız? 500. sayfanın sonunda beynimde hiçbir şey yokmuş gibiydi. Bir anda öyle bir bilgi bombardımanına uğramıştım ki, "Tamam" dedim kendi kendime "Kapasitem bu kadarmış herhalde, daha fazla almıyor işte." Aynı bu hislerle çıktım Yalçın Küçük'ün karşısına. Küçücük bir adam açtı kapıyı, kırmızı atkılı, kırmızı terlikli. Sıcacık bir gülümseme kapladı bütün yüzünü. "Hoş geldiniz, Çiçek Hanım" dedi. "Ben de çay yapıyordum." Biliyordum çay merakını, çay ikram etme ritüelini... Çok zeki bir adam olduğunu da biliyordum. Uyarmışlardı "Aman ha sinirlidir!" diye. "Ara sıra masaya, koltuğa, dizine vurur, heyecanlanır hazırlıklı ol" demişlerdi. Hatta bir röportajında "Bazen kendimi tutamıyorum, karşıdakinin dizine bile vuruyorum" diyen de o değil miydi? Hakkında sürekli "Deli mi dahi mi?" diye sorulan, sinirli, saldırgan adam karşımdaki adam mı? Komplo teorisyeni profesör, Apo ile söyleşi yaptığı için cezalandırılan, hapis yatan, Apo'nun bütün söylemlerinde etkisi olduğu iddia edilen Yalçın Küçük böylesine sevimli gözükebilir miydi? "Yok" dedim kendi kendime, "500 sayfa seni böyle yaptı". Kapıda dururken, "Çok şıksınız" diyebildim. Yuvarlak gözlük camlarının arkasından gözleri parladı, alt dudağı aşağı doğru uzadı. "Bilemiyorum" dedi, "Ben kendimi hep bildim bileli renkli giyindim. Annem küçükken beni kız gibi giydirirmiş, saçlarımı bile kesmezmiş." "Neden?" diye sormadın mı diyenlere buradan sitem gönderiyorum. Tabii ki sordum. Ama cevap alamadım.
*** Yalçın Küçük dağınık konuşan bir adam. Yanlış anlamayın, öyle söylediğinin ne olduğunu unutan, hikayenin başını sonunu karıştıranlardan bahsetmiyorum. Sadece olayları kendi algılama şekliye anlatmayı seviyor. Bazen ipin ucu kaçıyor, araya giriyorsunuz, "Aman hocam ben burayı anlamadım" diye. Gözlerini kocaman açarak bakıyor, şaşkın. Sonra baştan başlıyor. Bütün söyleşi boyunca masaya, dizine, benim dizime vurmasını bekledim. Vurmadı. Taa ki... Kürtleri konuşuyorduk. Leyla Zana'yı. Beklenen sinir geldi, masaya küçük ama keskin bir vuruş yapıldı. O kadar hazırlıklı olmama rağmen ben yerimden hopladım. Ve fırtına geçti. Bir daha hiç sinirlenmedi. Röportajın sonuna doğru birbirimize alıştık. Artık o da şöyle soruyordu. "Tamam mı Çiçek Hanım, sizin sorunuza cevap olabildi mi bu anlattıklarım?" İsyan kitabının Kemal Paşa Tarihi ile ilgili bölümlerini, Leyla Zana'yı, Kürtleri ve Yalçın Küçük'e has yorumları Pazartesi Sohbeti'nde okudunuz zaten. Konuştuk, konuştuk...
*** "Hayat beni çok kuvvetlendirdi Çiçek Hanım, Sultanahmet Cezaevi'nde kalıyordum. 8 yıla mahkum olmuştum. Yargıtay bozdu ve telgrafla benim tahliyeme izin verdi. Kazaklarımı, battaniyemi verdim. Sonra çağırıp beni kelepçelediler, Selimiye'ye götürdüler. Türk Ordusu'na hakaretten dolayı tekrar tutukladılar beni. Ben ona dayandıysam, her şeye dayanırım hayatta. Özgürlükle, içerisi ayrı iki dünya. İdam o kadar da önemli değil, inanın, en kötüsü hapis. 36 saat bir ranzadan kalkmadan, 'Yalçın, Yalçın ne yaptın, nerede hata yaptın?' diye sayıkladım durdum. Ama sağlam kalktım." Karşınızda bir küçük adam düşünün, düşünceleri öylesine büyük ki sığmıyor, taşıyor. Öylesine duygu dolu ki aslında.... Araştırmalar, çalışmalar, teoriler, geçmiş hesaplaşmaları... Hayata yer kalmamış belki de. "Ben başkalarının cinayetlerini işliyorum" diyor. "Bende Albert Camus'nün 'Yabancı' havası var." Sonra "Çocuk değilim ki ben" diye ekliyor, "Beş taş oynamıyorum, çok açık söylüyorum". Sık sık duyuyorsunuz bu cümleleri. "Hapishanede çocuklar ölüm orucuna yattılar. Oturup düşündüm, 'Ne yapabilirsin Yalçın?' diye. Bir anlamı yok ki ölümün, yaptıkları doğru değil ki. Ama katılmazsam hem engellemiş olacağım hem de kalplerini kıracağım. Ben de katıldım. 54. günde ben düştüm. Bütün dünya ölüm haberimi verdi. Sedyeye kelepçelemişler beni. Haydarpaşa Hastanesi'ne götürdüler. Orada isyan ettim, 'Niye kan vermiyorsunuz?' diye bağırdım. Doktorlar 'Arkadaşlarınız almıyor' diye cevap verdiler. Bana sordunuz mu yahu? Bunlar geçtikten sonra her şeye alışıyor insan."
*** Karşınızdaki hiç alışık olmadığınız bir hayatı anlatıyorsa eğer susup kalıyorsunuz. Ne soru ne yorum, sadece dinliyorsunuz. Yalçın Küçük bir ara sustu, ayağa kalktı ve fincanlarımıza tekrar çay doldurmaya başladı. Nasıl bir sessizlikti anlatamam. Sadece çay sesi vardı, çay kokusu... "Ya gözyaşları?" dedim birdenbire. Hiç ağlamadınız mı? Kırmızı atkılı, kırmızı terlikli küçük adam sessizce çayını koydu. Koltuğuna oturdu, çayından bir yudum aldı, alt dudağını uzattı ve dedi ki: "Araştırma yaparken duygulu anlar yaşadığım oluyor tabii. Mesela Boğazlıyan Kaymakamı'nın idamdan önce dedikleri çok duygulandırdı beni. Devlete yalvarıyor bazen çocuklar, bu beni etkiliyor..." Yalçın Küçük'ün uzayan alt dudağı üst dudağıyla buluşuyor. Susuyor, gözleri bir anda doluyor, başlıyor ağlamaya. Susuyorum ben de. Bekliyorum kelimelerini. Gecikmiyor. "Çok sevdiğim arkadaşım var, benim gibi ümitli değil. Bir kısmı benimle dalga geçiyor, 'Hala ülkeyi kurtarmak istiyorsun' diyorlar. Ben de onlarla dalga geçiyorum. Yine de hiçbir zaman yalnız hissetmiyorum kendimi." Üç saatin sonunda Yalçın Küçük'ün evinden ayrılıyorum. Aklımda bin bir düşünce. Dilimde buruk bir çay tadı.
|