O bayrak inmeseydi (*)
Belki de hiç düşünmeye cektik bayrağın bizim için ne anlama geldiğini. O bayrak inmeseydi hoyrat ellerin darbeleriyle. Hiç bilmeyecektik onu ne kadar sevmiş olduğumuzu. Dokunmasaydı yüreğimize, iplerinden kopmuş kocaman bir kırmızı hülyanın acıyla kıvrılarak yere serilmesi. Bir kırmızı hülya, evet...
Ne çağdışı bir milliyetçiliğin kendinden başkasına yaşama hakkı tanımayan kibirli sembolüydü o bayrak... Ne bir ırkın tarihle mühürlü alameti farikası... Onu hiç öyle görmemiştik. O bir kırmızı hülya, bir beyaz hatıraydı bize. Belki bu ülkede kimileri, kimi zaman kendi zulümlerinin fermanı gibi salladılar o bayrağı. Zorla, zorbalıkla eğdirdikleri başların üzerinde. Sanki yalnızca onlarındı o bayrak! Onların dışındakiler bayraksız ve ıssız kalacaktı orta yerde. Olmadı. Bu ülkenin namuslu, çalışkan ve barışçı insanları, bayrak gaspçılarının tekeline bırakmadılar romantik bir hatırayı. Ama bir bez parçasının fetişisti gibi sarılıp yatmadılar da olur-olmadık zamanlarda. Lakin ortak sevinçlerin ve ortak kederlerin gönülleri sardığı bayram ve matem günlerinde, sandıklardan çıkarıp ülkenin yaşanan ortak kaderine katık ettiler. Çünkü o Türkler'in, Kürtler'in, Ermeniler'in, Rumlar'ın, Aleviler'in, Sünniler'in bayrağı değildi. Bu ülkenin bayrağıydı. Anayasanın 3. maddesi o bayrağa Türkiye'nin bayrağı diyor diye değil. Kim söylüyor onu? Türk bayrağıysa şayet, niye Orta Asya'daki kandaşların elinde başka başka bayraklar dolaşıyor hâlâ? Evet, bir ırkın, bir milliyetin bir etnik kimliğin ifade aracı olmadı o bayrak. Gurbete gidenler, sıla hasretinin acılarında o kırmızı hülyayla teselli buldular. Ne bir ırktan, ne bir milliyetten olmanın nafile gururu değildi gönüllerini sarmalayan. Geride bıraktıkları hatıraların sınırları aşıp gelen rüzgarı gibiydi başlarının üstünde dolaşan esinti. 'Ezemezsin beni Almanya, benim de yurdum var, benim de şarkılarım, benim de hatıralarım'dı... 'Benim de Yunus'um, benim de Nazım'ım Necip Fazıl'ım, benim de İbrahim Tatlıses'imdi... Ya hayata bir ilkokulun taş merdivenlerinde göndere dikilen bayrağı seyrederek başlayan çocukların heyecanları ne olacak peki? Ya her barajın, her fabrikanın ülke toprağına çakılışında gökyüzünün mavisine karışan kızıllıklar? Ya her grev çadırının önündeki şenlik kırmızısı? Ya çeyrek asır önce, Cumhuriyet tarihinin en büyük direnişinde, 15-16 Haziran günlerinde İzmit'ten Kadıköy'e yürüyen bayraklar? Ya kanlı pazarda, dev bir ay-yıldız altında Gümüşsuyu'ndan Altıncı Filo'ya gönderilen antiemperyalist selamlar? Ya çocukluğumuzun Cumhuriyet Bayramları? Ya Bahriye Üçok'ların, ya Uğur Mumcu'ların sarıldığı kana boyalı satenler? Ya ortak sevinçlerin zafer şarkılarına eşlik eden yürek çarpıntılarıyla dalgalanan alevler, yani Neuchatel, yani Monaco gecelerinin kızıltıları? O bayraklar, bir ırkın sembolleri filan değildi, evet... Bir ülkenin sevinçlerini ve matemlerini kucaklayan hatıralardı. O hatıraları paylaşmak istemeyenlere bir şey denemez. Tercihleridir... Ama o hatıralar, saygıyı hak eder. Bu ülkede, milyonlarca insan barış istiyor. Milyonlarca insan çekilen acıları da anlıyor. Dahası farklı boyutlarda farklı acıları yaşıyor. Lakin, sizi anlamaya çalışanların hatıralarını ve acılarını siz paylaşmazsanız, sizin barışı paylaşmak istediğinize kim inanır? (*) Tam on yıl önce "benzer bir vesile"yle kaleme aldığımız yazıydı okuduğunuz...
|