Ermeni sevgili
Dışişleri Bakanlığı'nda uzun boylu, yakışıklı, geleceği parlak olan çok iyi bir diplomattı... Subayken, Siyasal'ı bitirmiş ve diplomatlığa geçmişti... Karısı ve iki çocuğuyla bir Batı başkentinde görev yapıyordu... Benim yakın dostumdu... Türk diplomatların Ermeni terör örgütünce birer birer öldürüldüğü yıllardı... O da bulunduğu Batı başkentinde, zaman zaman öldürülmenin korkusunu tüm meslektaşları gibi içinde hissederek, hayatı ıskalamadan yaşamaya çalışıyordu... Kadınlarla, yakışıklılığından kaynaklanan güçlü bir iletişimi vardı... Bir gün yaşadığı o Batı başkentinde aşık oldu... Karısından başka bir kadına... İlişkisi, evli bir erkeğin sıradan bir çapkınlık ilişkisi değildi... Aşkı evliliğinin önüne geçmişti... Artık " O kadın"la beraber olmak istiyor, evliliğini bile yıkmayı göze alıyordu... O, kadına kadın da ona deli gibi aşıktı... Hiçbir şey ama hiçbir şey aralarında aşkı yok edemeyecekti ... Batı başkentinde yüksek bir tepenin yamacında oturduğu, mükemmel dubleksinden vazgeçmeyi, eşi ve iki çocuğundan bile ayrılmayı göze almıştı... Çünkü seviyor... Seviliyordu... Çünkü büyük bir aşk yaşıyordu... Bu aşk için işini bile tehlikeye atabilirdi sevgili dostum... O bir Türk diplomatıydı... Uğruna eşinden ayrılmayı göze aldığı kadın ise bir Türk değildi... Bir yabancıydı... Belki yabancı olması da çok önemli değildi... Ama uğruna, ailenin terk edildiği, aşık olunan kadın bir Ermeni'ydi... Ermeni kökenli bir Fransızdı... Batı başkentinde, Ermeni terörü altında yaşayan genç Türk diplomatı, Ermeni bir kadına aşık olmuş ve onunla yaşayacağı temiz bir sevgi uğruna, hayatta her şeyi göze alabilmişti... Sonra yerlerimiz ayrı düştü o sevgili dostumla... Haberlerini alıyordum, ortak arkadaşlardan... Boşanmış, aşık olduğu o kadınla beraber olmuştu... Ondan ayrılmamıştı... Hatta, bu olaya rağmen mesleğindeki basamakları çıkıp, Büyükelçi olmuştu... Soykırım değil, bir aşk hikayesiydi, Ermeni denince benim yaşadığım...
Belirli aralıklarla evlerde toplanır, briç ve poker oynardık... Kimler, kimler olmazdı ki, gece geç saatlere kadar süren o partilerde... Askeri ataşeler, müsteşar düzeyinde diplomatlar, hep bu briç ve poker partilerinin değişmez aktörleriydi... Atina'daydık... O günlerde " Düşman" denilen ülkenin göbeğinde birer Türk görevliydik her birimiz... Briç ya da poker partisi bittiğinde, gecenin o saatinde " hadi yürüyün" derdim "Kebap yemeğe gidiyoruz... Ermeni'nin yerine..." Önceleri bana öyle bir bakmışlardı: "Hani başımıza bir şey gelmesin" gibisinden... Saat sabahın 02.00'sinde Atina'nın ortasında, Ermeni lokantasında bir avuç Türk diplomatı, subayı ve gazetecisi... Pek akıl alacak bir manzara değildi... Ama ben rahattım ... "Hiçbir şey olmaz hadi gelin... Kebabımızı yiyelim... Atina'daki en iyi kebap Ermeni'de..." Soykırım değil, dünyanın en güzel kebapları, topik isimli en güzel mezeydi, Nubar'ın pastırmasıydı Ermeni deyince benim aklıma gelen...
İnönü Stadı'na gittiğimde görmüştüm onu ilk kez... Ortaya yakın boylu, biraz kilolu gencecik bir çocuktu... 40 bin kişiyi ayağa kaldırabilecek bir karizmaya, binlerce insandan oluşan orkestraya, dünyanın en müthiş senfonisini çaldıracak bir ustalığa sahipti... Türkiye'nin en eski kulübünün, Atatürk'ün kulübünün, Beşiktaş' ın tribün lideriydi... Sahaya çıktığında en sevdiği şarkısını 40 bin kişiye söyletiyordu... "Yağmurlu bir günde görmüştüm seni... Üstünde çubuklu formalar vardı... Hayatla ölümü ayıran çizgi... Siyahla beyazı ayıramaz ki..." Atatürk'ün kulübünün, Beşiktaş'ın 40 bin kişinin ortasındaki tribün lideri genç çocuğun ismi Alen'di... O bir Ermeni'ydi... Soykırım değil, çok sevdiğim Beşiktaş'tı, futboldu, tribünlerdi, Alen'di, Ermeni deyince benim aklıma gelen...
Keşke sevgili Orhan Pamuk'un aklına da bunlar gelseydi... Keşke bunların öykülerini yazsa, yazabilseydi...
|