|
 |
 |
 |
|
|
Doğru tarafta durmak
Türkiye'de hem hükümetin hem de kamuoyunun önünde Ortadoğu ile ilgili ciddi bir tercih var. Orta ve Doğu Avrupa'da komünist rejimlerin yıkılması ve Soğuk Savaş'ın bitmesine benzer bir tarihi an yaşanıyor. Bu ana uygun bir siyaset geliştirilecek mi yoksa varolan vehimler, derinliksiz taktikler ve duygusallıkların hezeyanına teslim mi olunacak? Yaşanan anın nihai sonuçlarını şimdiden kestirmek kolay değil. Boş bir iyimserliğe teslim olmak da gerekmiyor. Ancak kuşku yok ki zaman tünelinde sıkışıp kalan Ortadoğu'da on yıllardır birikmiş arayışlar, öfkeler, idealler, talepler nihayet toplumsal düzeyde ve siyaset alanı içinde açığa çıktı. Ceberrut rejimlerin bunları yok saymak ya da ağır şekilde bastırmak seçenekleri yok. Ağırdan da olsa rejimleri açmadan dış dünyadan ve özellikle ABD'den destek almak mümkün değil. Yaşanan gelişmelerin ABD tarafından da isteniyor olması bunların kötü gelişmeler olduğu anlamına gelmiyor. Tıpkı Ukrayna, ondan önce Gürcistan'da olduğu gibi Ortadoğu Arap toplumlarında da dış gücün etkisi içerideki dinamiğin varlığıyla sınırlı. Yani Lübnanlılar, Suriye işgalinden memnun olsalardı Bush'un tehditleri veya Hariri'nin katli kitlesel bir siyasi muhalefeti tetikleyemezdi. Irak Savaşı'nın depremi ve özellikle de Irak seçimleri yalnızca var olan ve haklı taleplere sahip toplumsal muhalefetlerin önünü açtı. Bundan sonrasında geniş bir meşruiyet tabanına sahip yeni siyasi yapıların kurulup kurulmayacağı bu geçişin ne ölçüde sakin gerçekleşeceğine bağlı. İslamcı siyasi akımları içermeyen bir yeni siyasal yapılanma ise demokratikleşme hayalinin bir hâyâl olarak kalmasına yol açacaktır. Bu bağlamda Lübnan'da yaşananları iyi izlemek ve destek olmak gerekir. Muhalif hareketin en önemli özelliği iç savaşın ilk yıllarından beri ilk kez cemaatlerarası bir nitelik göstermesi. Yani Lübnanlılar Sünni, Maruni, Dürzi olarak değil Lübnanlı olarak siyaset yapmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda İsrail'e en sert şekilde kafa tutmuş, İran ve Suriye tarafından desteklenen Şii kökenli Hizbullah'ın son gelişmeler karşısında aldığı tavra iyi bakmak gerekir. Hizbullah, muhalefete katılmasa bile büyük bir özenle Lübnan ulusal mutabakatı dışında kalmamaya çalışıyor. Türkiye yara alır Böyle bir tablo ortadayken Türkiye'nin Suriye'nin Lübnan'dan çekilmesini isteyen 1559 sayılı kararı açıkça desteklememesi yalnızca yanlış siyaset değil stratejik körlük işaretidir. Suriye'nin 40 yıllık hamisi Rusya ve Suudi Arabistan'ın bile bu talebi dile getirdikleri bir ortamda Türkiye dış politika açısından Suriye işgalini destekleyen İran dışındaki yegane ülke olma ayıbını taşımamalıdır. Hizbullah'ın terör örgütü diye nitelenmesine karşı çıkmalı ancak Lübnan'daki demokratik açılımı desteklemelidir. Cumhurbaşkanı Sezer'in tam da bu gelişmelerin ortasında Suriye'ye yapacağı ziyaret bu nedenle büyük önem taşıyor. Eğer Cumhurbaşkanı'nın ziyareti Suriye'deki rejimi destekleme görüntüsü vermekten öteye gidemezse Türkiye bundan yara alır. Cumhurbaşkanı bu ziyareti ille de yapacaksa o taktirde Türkiye, Suriye rejiminden işgalin bitmesi, rejimin açılması ve Lübnan'ın egemenliğine saygı konusundaki beklentilerini açıkça dile getirmelidir. Eğer AB ve özellikle Fransa ile istişare ederek bazı mesajlar rejime iletilirse bu Türkiye'nin yeniden Ortadoğu diplomasisi içinde yer alması sonucunu da verebilir. Aksi taktirde Türkiye tıpkı 1989'daki gibi tarihin dışında kalma ve bugünkü durumda da Ortadoğu denkleminde marjinalleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
|
|
 |
|
|
|
|
|
 |
|