Yazarın ölümü
İki hafta önce 89 yaşında ölen yazar Arthur Miller ismiyle ilk tanışıklık İzmir Elhamra sinemasında Kent oyuncularının sergilediği Bedel piyesiyle olmuştu. Hem bir ekonomik çöküşün, hem de iki kardeş arasındaki kırılgan ilişkilerin öyküsünü anlatan oyundan hafızaya nakşolunan sahne ise sonundaydı. Satın aldığı gramofonu kuran görmüş geçirmiş antikacı Salamon rolünde eşsiz Müşfik Kenter oturmuş, bastonuna yaslanarak yaşlı vücudunu sarsan kahkahalarla gülerken ışıklar yavaşça sönmüştü. Gene İzmir'de, bu kez Konak sinemasında, o gece alkol komasına girmediği için sahneye çıkabilmiş Yıldırım Önal'ın insanı derinden etkileyen sesi ve oyunuyla, Miller'ın belki de en iyi tanınan oyunu Satıcının Ölümü'nde Willie Loman'ın tükenişini izlemiştik. Çin dahil dünyanın dört bucağında sergilenen bu oyun Miller'ın tüm eserlerine damgasını vuran temaların en özlü işlendiği piyesti. Loman'ı sonunda intihara iten, bir yandan yaşlılığında kendisini işten atan patronuna "portakalı yedikten sonra posasını atamazsınız" diye dile getirdiği isyanıydı. Loman, "bir gülümseyiş ve parlak boyalı ayakkabıyla" peşinde koştuğu erişilemez zenginlik hayali nedeniyle ihmal ettiği oğlu ile de yabancılaşmıştı. Bunların yarattığı eziklik taşınamaz hale geldiğinde çaresi intihardı. Zengin babası 1929 krizinde iflas eden, kapitalizmin o büyük krizi sırasında yaşanan çöküntüyle dünya görüşü şekillenen Miller tüm yaşamını bir sosyalist olarak geçirdi. Amerikan kapitalizminin sert bir eleştirisini de içeren 1949'da yazdığı Satıcının Ölümü'nde olduğu gibi belli başlı eserlerinin çoğunda ilgi odağı, çalışanların manevi koşullarıydı. Eserleri sıradan insanın trajedisini hem siyasi, hem de bireysel düzeyde işlerken, trajediyi yalnız kralların ve soyluların değil bu insanların hayatının da bir parçası olarak sundu. Karısının Loman hakkında söylediği gibi bu küçük insanlara "ilgi gösterilmesi gerekiyordu". Yani sıradan insanın trajik ve kahramanca isyanı, saygı görmemesi karşısındaki başkaldırısıydı.
Bir ustaya şükran... Satıcının Ölümü bir büyük aile trajedisi idiyse, Miller'ın 1953'te yazdığı Cadı Kazanı büyük Amerikan siyasi trajedisi sayılır. Türkiye'de oynatılırken Atatürk Kültür Merkezi'nin yandığı ya da yakıldığı bu piyesi o dönemde yazmak yürek de gerektiriyordu. Anti-komünizmin histeri boyutlarında yaşandığı 1950'lerin başında Miller, 17. yüzyılda yaşanan ve pek çok kadının yakılmasıyla sonuçlanan cadı avına döndü. O dönemdeki histerinin hikayesini oyunlaştırarak ve sıradan insanların o girdaba nasıl kapıldıklarını anlatarak McCarthy baskıcılığı karşısında kendi duruşunu netleştiriyordu. Bugün ABD'de veya başka yerlerde yaşananlar çerçevesinde oyunun evrensel anlamını koruduğuna şüphe yok. "Kendisini başkalarına benzetecek kaçınılmaz yarayı davet eden" bir mükemmellik örneği ve "hayatta tanıdığım en kederli kız" diye tanımladığı Marilyn Monroe ile kötü biten ve içinde dinmeyen bir öfke bırakan bir evlilik yaptı. Monroe ile evlendiği yıl Kongre'nin Amerika Karşıtı Eylemler Komisyonu'nun sorgulamasında tanıdığı komünistlerin/solcuların ismini vermeyi reddetti. Bir zamanlar içtiği su ayrı gitmeyen, oyunlarının yönetmeni Monroe'yu elinden aldığı Elia Kazan ile de yolları o dönemde ayrıldı. Kendisiyle yapılan son mülakatta tümüyle unutulacağına inandığını söyleyen Miller gene de "hissettiklerini yazan adam olarak hatırlanmak isterim" demişti. Miller'i ebediyete yolcu ederken hafızama nakşettikleri karakterler nedeniyle sıra dışı bir yeteneği alkolle tüketen Yıldırım Önal'ı da rahmetle anmak, Türkiye'de gerçek değerini ne ölçüde idrak ettiğimiz kuşkulu Müşfik Kenter'e de şükran ve saygılarımı sunmak isterim.
|