|
|
Beymen Brasserie..
Benim İstanbul'daki gençliğim hep Şamdan'la başladı.. Şamdan'la sürdü.. Hayat da hep Nispetiye caddesinin etrafında var oldu.. Uzun yıllar Nişantaşı'nda açılan öğle cafe'leri ve barlara pek rağbet etmedim.. Ne de olsa İstanbul'da gözümü açtığım yerler Etiler-Levent-Ulus üçgeninin tam ortasındaydı.. Hep de öyle kalacaktı.. Taa ki Beymen Brasserie açılana kadar.. Benim Paris'te en çok, ama en çok sevdiğim yerler brasserie'lerdir.. Cafe'lerden bir adım ilerdedir brasserie'ler.. Daha lezzetli, daha zengin mönüleri vardır.. Garsonları, masaları, duvarlarındaki tabloları veya röprodüksiyonlarıyla çok daha Fransız bir ortam sunarlar konuklarına.. Paris'e gittiğim ilk günlerde içimden tatmini mümkün olmayan bir özlem geçerdi.. Neden şu koca İstanbul'da bir tane olsun böyle bir brasserie yok diye.. Cem Boyner'in Nişantaşı'nda açtığı Beymen Brasserie'yi görür görmez, içimden "İşte" dedim, "İşte bu.." Yemekleri güzel.. Ama yemeklerinden öte atmosferi çok güzel.. Parisien'ler iyi bilir.. İyi bir brasserie'yi, marka yapan, sadece yemekleri değil, atmosferidir.. Beymen Brasserie bunu yakalamış.. Müthiş sıcak, cıvıl cıvıl bir ortam.. Üstelik günün her saati böyle.. Öğle saatlerinde, alışveriş yapan kadınların oturduğu masalardan fışkıran neşe, akşam saatlerinde gençlik ateşiyle dolup taşıyor.. Tabii böyle bir yer açıp, İstanbul'un bütün "in"leri buraya hücum edince, bizim paparazziler de, kendilerine uygun yerlere sotelenmişler.. Giren çıkan, masada oturup el ele tutuşan, paparazzilerin deklanşörlerinden kurtulamıyor.. Bir Paris brasserie'sine uygun olmayan tek görüntü bu.. Bilemiyorum Cem Boyner bu iş için ne düşünüyor.. Elimden bir şey gelmez demesin.. İsteyen restoranlar önlerinde gazeteci bekletmiyorlar.. Papermoon bunlardan biri.. Çünkü en iyi sevgili Boyner bilir ki, iyi bir brasserie, içeriden taşan, kaçamak görüntüleri ile değil, içerideki sıcak, samimi ve cıvıl cıvıl atmosferle oluşur..
|