|
 |
 |
 |
  |
|
Müslüman misyonerler
Orta Asya'da doğacak boşluğu 1989'da Berlin Duvarı yıkıldığında gören Gülen yeni bir rota çizdi: Gidin okullar açın!" İşadamları ve idealist eğitimciler kısa sürede yüzlerce okul kurdu. İşin ilginç yanı bu okullarda dini eğitim verilmiyordu!.
Dün 'kaset olayı' ardından Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in harekete geçtiğini ve bir yıllık çalışma sonucunda iddianamesini hazırladığını belirtmiştik. Bu iddianamede şöyle bir bölüm bulunuyordu: "Fethullah Gülen grubu; 1992 yılında başlattığı yurtdışı açılımı sonucu 35 ülkede: 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul,8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu, 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kurumunu faaliyete geçirmiştir."
BERLİN'DEN İYİ HABER 1992 mi? Siyasi ortamı değerlendirme konusunda büyük bir yeteneği olan Fethullah Gülen bu konudaki ilk işaretleri üç yıl önce vermişti. 3 Kasım 1989'da Berlin Duvarı yıkılmıştı. Bu Soğuk Savaş'ın sonu anlamına geliyordu. Gülen ise daha ötesini görmüştü: Sovyetler Birliği dağılıyordu. Süleymaniye Camii'nde verdiği bir vaazda bunu anlatmış ve takipçilerine yeni bir hedef göstermişti: Orta Asya Cumhuriyetleri! O güne kadar Gülen'inki de dahil İslami cemaatler; Kuran kursu açmak, cami yapmak, gazete ve kitap basmak gibi işlerle uğraşıyordu. En önemli amaçları dini anlatarak, öğreterek genişlemekti. Bu anlamda Gülen'in gösterdiği hedef gerçekten yeniydi. "Cami açmak iyidir, güzeldir, öpüp başımıza koyarız ama özel okullar açsanız daha iyi olur" diyen Gülen, böylece taze bir vizyon sunmuş oluyordu.
NABIZ YOKLAMALARI Bu telkinlerin, tavsiyelerin sonucu olarak cemaatin öncü gruplarından ilki Ocak 1990'da Gürcistan'a gitti. 11 kişi Müslüman Gürcülerle tanıştı, ilişkiler kurdu, nabız yokladı, döndü. İkinci grup Mayıs ayında yola çıktı. Bu kez 37 kişiydiler ve yükleri 3 tondu. Kitap, kaset, hediyelik eşya götürüyorlardı. 6 otomobil ve bir otobüsle Sarp kapısından geçip; Batum-Tiflis- Kazan-Gence üzerinden Bakü'ye vardılar. Böylece ilişkiler gelişmeye başladı. Önce oradan yetenekli öğrencilere burs verildi, Türkiye'de okumaları sağlandı. 1991'de Sovyetler Birliği dağılınca bir kar topu efekti doğdu; bu ülkelerde art arda okullar açılmaya başladı. Ancak engeller de çıkıyordu. Bazı sorunların devlet tarafından çözülmesi gerekiyordu.
TÜRKİYE DIŞA AÇILIYOR Bunun üzerine devreye Cumhurbaşkanı Turgut Özal girdi. Okul harekatını "Türkiye'nin dışa açılmasının önemli bir parçası" olarak görüyordu. Ve bürokrasiden yakınıyordu: "Bürokrasiye söyledim, Dışişleri'ne söyledim; okullara destek verin, dedim ama anlamıyorlar." Özal bizzat kefil olacak kadar bu işe inanıyordu. Mesela Kasım 1992'de Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev'e mektup yazmıştı: "Ülkenize gelecekleri tanırım. Niyetleri iyidir. Yardımcı olmanızı dilerim." Turgut Özal'ın vefatından sonra bu kez bayrağı yeni Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel devralmıştı. O da Gürcistan Devlet Başkanı Şevardnadze'ye mektup göndermişti. Sonuçta Nuh Mete Yüksel'in biraz da şaşkınlıkla iddianameye koyduğu liste meydana gelmişti. Büyük medya bu kuruluşları "Fethullah'ın Okulları" diye anıyordu. Tabii böyle bakınca, "Değirmenin suyu nereden geliyor" sorusu hem 'makul' gözüküyor, hem de sanki işin içinde 'aydınlatılması gereken bir sır varmış' gibi duruyordu. Halbuki okulların hiçbiri Gülen'e ait değildi. O bir manevi liderdi. Okulların sahibi ağırlıklı olarak cemaate dahil işadamlarının kurduğu şirketlerdi. Mekanizma kabaca şöyle işliyordu: Önce adeta birer 'misyoner' gibi çalışan gönüllüler ya da cemaatten işadamları bir ülkeye gidiyordu. Bu arada Türkiye'de yetişmiş idealist öğretmenlerle, üniversite mezunlarıyla anlaşmalar yapılıyordu. Bu gençler cüzi paralara çalışmaya hazırdı. Okulları önce Türk işadamları finanse ediyordu. Çark dönmeye başlayıp, eğitimin kalitesi ortaya çıkınca bu sefer yabancı ülke hükümeti de yardıma başlıyor; mesela elektrik, su, altyapı giderlerini karşılıyor, böylece bir süre sonra okulun Türkiye'den finanse edilmesine gerek kalmıyordu.
İNANÇ-PARA EL ELE Ayrıca zarar dahi etseler okullar işadamları için bulunmaz nimetti. Çünkü bu sayede saygın bir adları oluyor, gidilen ülkede kolayca çevre ediniyor ve elbette bol bol 'iş' yapıyorlardı. Üstüne üstlük okullardan yetişen ve Türkçe bilen öğrenciler bu işadamlarının yanında çalışıyordu. Böylece inancın ve paranın gücü işbirliği yapmış oluyordu. 'Türklere has' Müslümanlığın eğitim kurumları vasıtasıyla dünyaya yayılması projesi kadar etkili olmuştu ki... O zamana dek dinle fazla ilişkisi olmamış işadamları da cemaate yaklaşmaya başlamıştı. Son olarak bir noktaya daha değinelim: Türkiye'deki güçlü 'hemşehrilik' bağları da burada kullanılmıştı. 'Hizmet' götürülecek ülkeler 'kentsel' (ya da 'kökensel') bağlara göre sınıflandırılmıştı. Aynı Avrupa'daki gibi: Faraza Bursa bölgesinden işadamları ve talebeler, Türkmenistan Aşkabat ve civarında konuşlanıyordu. Bu arada Türkiye'deki kamuoyunun, daha doğrusu 'laik-çağdaş' kesimlerin kafası karışmıştı: "Fethullah dinci değil mi? Dinci! Adamları da dinci değil mi? Dinci! Peki nasıl oluyor da din eğitimi vermeyen bu okullardan dindar insanlar yetişiyor? Olacak şey mi? Bu işte bir bit yeniği var!" Aslında olayda bit yeniği değil ama bir püf noktası vardı. Hem Türkiye'de, hem de Sovyet egemenliğinden yeni çıkmış Orta Asya ülkelerinde laikliğe çok önem veriliyordu. Dolayısıyla buralarda eski tarz 'inanç propagandası' yürütmek mümkün değildi. Peki çözüm neydi? (Devamı aşağıda...)
Emre Aköz - Nevzat Atal
|
|
|
|
|
 |
|
 |
|