Tarihin motoru
Tarihteki önemli olayların analizini yaparken bunların köklü nedenlerini anlamaya çalışılır. Bunu yaparken herhangi bir gelişmenin arkasındaki yapısal unsurların etkisi ile, gündelik olayların ya da kişilerin davranışlarının etkisi arasındaki ilişkiye bakılır. Bazı sosyal bilimcilere göre olayların akışını belirleyen kişilerdir, bazılarına göre ise insanlar figüran, yapısal unsurlar belirleyicidir. Tarihi anlama konusunda bu bağlamda en özlü değerlendirmelerden birini Karl Marx yapmıştı. Lui Bonapart'ın 18. Brümer'i adlı eserinde Marx, "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ancak bunu canlarının istediği gibi, ya da kendi belirledikleri koşullarda yapmazlar" diye yazar. Yani insanların tercihleri zaten şartlar tarafından belirlenmiştir. Ancak muhakkak ki tercih imkanı o kısıtlar içinde dahi söz konusudur. Uluslar arası ilişkiler konusunda donanımı olan yorumcuların pek çoğu Brüksel zirvesinde AB'nin Türkiye ile ilgili olumlu bir karar vereceğinden emindi. Dünya siyasetinin koşulları AB'yi ABD karşısında dengeleyici bir güç olma yönüne itiyordu. Bu, Türkiyesiz başarılamazdı. 11 Eylül sonrası ortamda Türkiye'nin laik, demokratik, kapitalist bir Müslüman nüfuslu ülke olma özellikleri, jeopolitik konumu kadar önem taşımaya başlamıştı. AB'nin kararı bu birliğin bir global oyuncu olup olamayacağını belirleyecekti. Türkiye'nin çok ötesine taşan anlamlarla yüklü karar AB'nin, belki de Batı dünyasının, İslam dünyası ile ilişkilerinin de niteliğini belirleyecekti. Üstelik ters bir kararın Türkiye'de yaratacağı olumsuz ekonomik, toplumsal ve siyasi gelişmelerden AB'nin ürkmesi için de neden vardı. Türkiye'de istikrarsızlık, Ankara'nın bazı konularda AB ile işbirliğini askıya alması hatta hasmane bir tavır içine girmesi ihtimalleri de 25 üye ülkeyi iknaya zorlayacak koşullardı. Tüm bu nedenlerle zirve sonucunun istenen yönde olacağını bekleyenlerin sayısı, hele Parlamento'nun iradesi ortaya çıkıp, Chirac da konuştuktan sonra hayli yüksekti.
'Özel ilişki' masaya gelir mi?
Tüm bu yapısal unsurlara karşın yaklaşık 10 saat süreyle müzakerelerin kopması ihtimali güçlü şekilde gündemdeydi. AB'nin ortak irade oluşturmaktaki beceriksizliği, Türkiye'nin neyi kabul edemeyeceği konusunda gösterdiği anlayışsızlık bir krize yol açtı. AB'nin bir bütün olarak stratejik akılla hareket edemediği görüldü. AB'yi geçen Nisan ayında fena faka bastırmış olan Kıbrıslı Rumlar'ın dediği olacak, iş kopacak gibiydi. Sonunda rest çekildi, Blair ve diğerleri devreye girdi. Kriz önlendi. Kararlar çıktı. Acaba Başbakan çekip gitseydi ilişkiler kopar mıydı? Öyleyse yapısal unsurlar tümden anlamsız mıydı? Benzer şekilde alınan kararın anlamı üzerinde de düşünmek gerekir. Son aylarda söylenenlerin bir kısmının Türk toplumunda AB ile ilgili rahatsızlık yarattığına şüphe yok. İki tarafın birbirine güveni sarsıldı. Sonuç belgesindeki, bundan sonra tüm adaylarla müzakerelerin nasıl yapılacağıyla ilgili bölüm, bu kötü niyet bağlamında özel ilişkinin arka kapıdan her an içeri sokulabileceğini düşündürebilir. Buna karşılık AB doğru kararı da sonunda verdi. Türkiye'yi benimseyen ve geleceği birlikte kurmak isteyen bir başka Avrupa kimliği bu süreçte şekillendi. Türkiye, kendisini Avrupalı olarak düşünerek konumlandırma ve bu oluşuma katkıda bulunma imkanını ele geçirdi. Dolayısıyla atılan adımla dönüştürücü bir eşik geçilmiş oldu. Yapısal unsurların etkisi, karşılıklı çıkarların dayattığı giderek daha fazla yakınlaşma dinamiği artık daha güçlü. Üstelik Türkiye kendini dönüştürdükçe bu ilişkide özgül ağırlığı da artacak. Bugünün kaygı kaynakları değerlerini yitirecek. Asıl önemli olan da galiba bu. Gene de, ya Cüneyt Zapsu SMS mesajlarını çekmeseydi?
|