|
|
|
|
|
'Harpten çıkmak demek işte tam böyle olur'
|
|
'Diğerlerini bilemem ama Türk gazetecilerin, hükümetin Brüksel'deki karargâhı Conrad Oteli'nde yaşadığı ruhsal dalgalanma gerçekten görülmeye değerdi'.
Her ne kadar Brüksel'de tarihe tanıklık etmeye TV 8 ekibiyle birlikte gittiysem de, Umur Talu'nun da orada bana sık sık hatırlatmasıyla, her anı gerilim dolu pazarlık sürecini meslektaşlarımın nasıl izlediğini ombudsmanlık gözlükleriyle izleme zamanı buldum, diyebilirim. Ama hepsi o kadar. Belirsizliğin izini sürerken, hepimiz "ne olacak acaba?"nın akıntısına kapıldık. Sadece bizler değil. Yabancı gazeteciler de. Daha Brüksel'e gelir gelmez, otelin lobisinde fosur fosur sigara içen Kıbrıslı Rum gazeteciler tarafından - tanışıklık yüzünden - kuşatmaya alındım. Tarih 15 Aralık'tı ve bu arkadaşlar "aha bak şuraya yazıyoruz, Papadopulos vetoyu basacak" diyorlardı. Ben kahkahalarla gülünce kimyaları biraz bozuldu. Papadopulos'un o kadar da hükmünün olmadığını anlatamadım. Çünkü arkadaşlar, Kıbrıslı Rum liderin çok fena çizik bir karizmayla Brüksel'e geldiğini anlamak istemiyordu bir türlü. İngiliz, İsveçli ve İspanyol gazetecilerle konuştular mı bilmiyorum. Konuştular ise, Papadopulos hakkında hem psikolojik hem de politik açıdan "fena" sıfatlar duymaları muhtemeldi. Yunanlıları bilemem. Ama bizlerin, hükümetin Brüksel'deki karargahı Conrad Oteli'nde yaşadığı ruhsal dalgalanma gerçekten görülmeye değerdi. Gittik gittik geldik.
OTEL LOBİSİNDE ÖFKE Biz gazeteciyiz, ama sonuçta duygusal milletiz. "Avrupa Avrupa duy sesimizi!" meselesinin önceki günkü o son noktası sinirleri öyle gerdi ki, kapalı kapılar ardındaki tartışmaların benzeri otel lobisine taşındı. "Bize nasıl bunu yaparlar?" sorusundan öfkeye doğru yüründü. Ve, 16 Aralık gecesinin 17'ye devrildiği saatlerde "mutedil rasyoneller" azınlığa düştü. Ama ayakta dimdik durdular. Gerilemediler. Ergun Babahan'ın o kritik gece telefonla nabız yoklaması yaptığı saatlerde, bir avuç gazeteci, "arkadaşlar sakin olalım, daha 12 saat var" diye çırpınıyordu: Stelyo Berberakis, Aslı Aydıntaşbaş, Cengiz Çandar, Sabetay Varol, Hasan Cemal ve bendeniz. Onlar kendileri anlatır. Ama benim söylediğim basitti: "Ruhu taviz ve uzlaşma ile soluk alan AB ile, o hedefe bütünüyle kilitlenmiş Türkiye'nin yaklaşımları, 41 yıllık bir yürüyüşü aniden durduracak kadar birbirinden uzak olamazdı. Bunu hiçbir taraf son saniyeye kadar göze alamazdı. Daha önemlisi, öyle bir sonuca bugünün dünyasında varmanın bedeli hiçbir taraf tarafından kestirilemeyecek kadar büyük olabilirdi." "Bekle gör"cüler zorlandılar tabii. Örneğin, sabrı bir ara fena taşan Taha Akyol ile Hasan Cemal arasındaki tatlı sert - tartışma demeyelim - "fikir teatisini" herhalde bu tarihi dönemecin kaçınılmaz bir parçası olarak hatırlayacağız. Tıpkı, Hasan Cemal'in her iş bittikten sonra, "yahu aslında dün gece bana da bir ara fenalık gelir gibi oldu" itirafını da ilerki günlerde hatırlayacağımız gibi. Fehmi Koru'nun, gerginlik anında bendenize, "şakası yok, bu iş kopar ha!" diye çıkışması gibi. Umur Talu'nun lobideki bekleyişte bir "sakin güç" olarak temayüz etmesi gibi. Türkiye'deki izleyicilerin genel havayı, borsa yatırımıcıları misali, Mehmet Ali Birand'ın yüzünün kararması veya kaşlarının çatıklık katsayısıyla ölçme noktasına gelmeleri gibi. (Birand'ın "hayır, ben umutsuzluğa hiç kapılmadım" demesine hiç inanmayın, gerçeği biz biliyoruz!) Şu kesin: O heyecanı yaşamak güzeldi. Uykusuz kalan tüm gazeteci tayfası, öyle sanıyorum ki, aynı duyguyu paylaşır. Zordu, ama unutulmayacak bir işti. Böyle bir gerilim sonunda nasıl bir rahatlama yaşandığı da ayrı bir konu. 17 Aralık gecesi geç saatlerdeki diplomatların mutluluğu, Türkiye Cumhuriyeti adına atılan adımın büyüklüğüne koşut bir mutluluktu. Bunu da gördük. 18 Aralık sabahı hepimiz harpten çıkmış gibiydik. Ama... Orada olmalıydınız.
|
|
|
|
|
|
|
|
|